Hikaye

Bilgi GüvenliğiHikaye

Dingo’nun Ahırı

dingonun ahırı

Dingonun ahırı mı?

Evet bu söz Anadolu’dan uzak doğuya tabiri caizse Balkanlardan Tanrı dağlarına kadar herkesin iyi bildiği bir hikayedir. Hatta deyim de diyebiliriz. Tabi hikayesine de kısaca değinelim.

Takvimler 3 Eylül 1872’yi gösterirken İstanbullular daha önce bir benzerini görmedikleri yepyeni bir ulaşım aracı ile tanışırlar: “atlı tramvay”.  İlk kez 1832 yılında New York’ta kullanılmaya başlayan bu ulaşım aracı, 1850’lerde önce Paris’e oradan da tüm Avrupa ülkelerine yayılır. Tabii, atlı tramvayın icat edildikten sonra Osmanlı topraklarına giriş yapması bir kırk yılı bulur. Şişhane yokuşunda tramvayı çeken atların enerjileri neredeyse bitecek hale geldiğinden, tramvay seferlerinin aksamaması için atlar Taksim’de bulunan ahırda dinlendirilir. Yorgun atlar ahırda dinlenmeleri için bırakılır, yeni atlarla tramvay seferine devam edilir ve bu döngü sürekli bu şekilde devam eder. Atların bekletildiği ahır ise bugünkü Fransız Konsolosluğu’nun bulunduğu yerin yakınlarındadır ve Dingo adındaki bir Rum vatandaş tarafından idare edilmektedir. Şişhane-Kurtuluş hattının işlekliği sebebiyle en çok kullanılan ahırlardan biridir Dingo’nun ahırı. Ancak Dingo biraz pervasızdır, üstelik çok içki içtiğinden kafası da pek yerinde değildir. Kayıtları düzenli tutulmayan bu ahıra kimin girip çıktığı belli olmadığından kavgası gürültüsü de eksik olmaz. Böylece Dingo’nun meşhur ahılı halkın diline düşer ve o gün bugündür de kalabalık ve karmaşa içindeki yerleri tarif eden bir deyim olarak dilimize yerleşir.

Hani “Dingo’nun ahırı mı lan burası” denir ya. Her dilde, her ağızda, her şivede ve elbette ki her yörede Dingo ismi değişken olsa bile mantık aynıdır. Öyle çat kapı, destursuz izinsiz girilmez içeri. İçerde başkalarına ait yaşam ya da çalışma alanları öyle kafaya göre izinsiz değiştirilmez. Bu yetki yalnızca 23 Nisan’da dikkat çekilen dünya çocuklarındadır. Ki, çocuklar bile yanlışı doğruyu çabuk ayırt eder. Yeter ki örnek alınası büyükleri olsun.

Zaten bu yazıda örnek alınabilme ihtimali nedeniyle kaleme alınmıştır.

Algı yönetiminde kayığına bindiği balıkçının deniz mahsullerinin satış ve pazarlamacısı olan TV kanallarını izleyen var mı? Bilemem ama sosyal medya üzerindeki gerçek verileri ayırt edebilenlerin gördüğü, görmekten korktuğu, utandığı hatta hayıflandığı birçok habere korkarak veya öfkelenerek ulaşıyoruz. Ya da bize ulaşıyor…

Örneğin kayıp çocukların araştırılmasının “ret” edilmesi. Bu ret oyu verenlerin bizlerin vekili olmaları ise “bizde mi bir gariplik var? Yoksa Milletin vekilleri kafayı mı yedi?” Gibi soruların sorulmasına sebep oluyor. Ya Hu nerede görülmüş bir vatandaşımızın, bir kızımızın, bir kardeşimizin deprem enkazından çıkartıldıktan sonra ambulansa bindirilip kaybolduğu?

Nerede görülmüş elini kulunu sallayarak geçişine engel olunmayanlara vatandaşlık verildiği? Nerede görülmüş hükümetlerin ülkelerinin çıkarlarına aykırı olduğunu beyan ettikleri durumların tersini yaptığı? Nerede görülmüş sokaklarda başıboş, sahipsiz köpeklerin parçaladığı çoluk, çocuk, genç ve yaşlıların hiçe sayılıp sokakların vahşi hayvanlara yaşam alanı diye nitelendiği bir medeniyet?

Dingo’nun ahırı mı burası?

İnanın kim aklını başına almalı? Kimin aklı başında belli değil.

Hani bir yakınızın, üvey annesi tarafından dayak yediğini öğrendiğinde babasına söyleyemeyen bir çocuğunun derdini duyunca insan delirir ya? Ya da istismara uğrayan bir çocuğu görüp kafayı çevirmek haysiyetsizliktir ya hani ya da katilini bildiğiniz bir moto kuryenin katili kaçınca öfkelenir ya insan. İşte etki ve yetki dahilindekilerin verilen kararlara olan etki, tepki ve kararlarını gördüğümüz de üzülmenin ötesinde ne yapabiliriz? Diye soran kaç kişi Dingo’nun ahırı mı lan burası gibi bir soruyu soruyor?

Şayet iktidar sahipleri kendi kişisel emellerini kendi şahsi menfaatlerinin üzerinde tutuyor ve buna da millet ses etmiyorsa yuh olsun diyelim ne diyelim?

Kime yuh olursa olsun, enkazın altında kalanların, ihmallerin müsebbipleri ile hesaplaşmasının ahirete kalacağını hiç kimse sanmasın. Ambulans tarafından alınan ve “refakatçi kabul etmiyoruz, bize güvenmiyor musunuz?” “Diyenlere demek ki güvenmemek lazımmış” dedirtmemek için Cihanşümul Kadim Türk devletinin kutlu askerlerinin sahada edindikleri bu verilerle hesap sorması kaçınılmaz. Böyle münferit olayların müsebbipleri en yakın zamanda hesap verecek kayıplarımızın akıbetleri belli olacaktır. Olacaktır ama yürek yakanların ruhlarının yandığını görmeden de kimsenin öfkesi sönmeyecek. Devlet adamlığının ne olduğunu, ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunu bilenlerin, siyasilerden yansıyan yaklaşımların etkisinden ivedilikle çıkıp tabiri caizse “Sine-i Millet” diyerek parçası oldukları Türk milletine yaraşır düsturla bağlı oldukları kurumların itibarını zedeleyenleri imha etmeleri ihtiyaçtan öte zarurettir.

Şayet bu zarureti görmeyip ya da bulundukları güç çevreleri içerisinde kendilerini güvende sananların müstakil hayatları içerisindeki bileşenlerin başına gelebilecek durumlara “takdiri ilahi” diyecek kadar ömürlerinin olduğunu da sanırım kimse garanti edemez. Öyle ya “Dingo’nun ahırı mı lan burası” denilmeye başlandığında o çok okunan, vazgeçilmez fısıltı gazetelerini kulaklarıyla okuyanların kulak zarları patlamakla kalmaz, görme ve tüm duyu organları arasındaki “his” kavramı yerle yeksan olur. Bu durumun topluma faydası ne olur? Azdan az, çoktan çok mu gider sanırım kimse tahmin edemez.

Burası Dingo’nun ahırı değilse Merve Ateş ve araştırılması reddedilen çocukların nerede oldukları, kimler oldukları gibi tüm soruların muhatabı vekalet verilen vekiller değil, bilakis milletin ta kendisidir.

Şunu da belirtmekte fayda var; sümüklü gibi zibidilerin hayranlığıyla “kandırıldık, aldandık” diyenlerin bitmez tükenmez “aldanma arzuları” dünyada patlak veren ve devlet mekanizmalarının deşifre ettiği epstein gibi rezilliklerle bağ kurmayı gerektiriyorsa ve hatta başka bir deyişle emir komuta merkezleri bu rezaletin müsebbibi olanlara yol ver dediyse… kimse unutmasın ki, Cihanşümul Kadim Türk Devletinin “yardan ve serden geçenlerine de komuta merkezleri tarafından av izni çoktan verilmiştir.

Öz kardeşi dahi olsa vatana ihanet edenlerden hesap sormakla mükellef olanların cengi kutlu, sırat köprüsünde denk gelenlerin kısmeti bol olsun.

Ya Kuzgun Leşe Ya Devlet Başa

 

 

 

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/hatayda-depremden-aylar-sonra-merve-ates-icin-umutlu-bekleyis-hafiza-kaybi-yasadigini-dusunuyoruz-42348675

https://onedio.com/haber/dilimize-pelesenk-olmus-dingo-nun-ahiri-deyiminin-1800-lu-yillara-uzanan-ilginc-ortaya-cikis-hikayesi-889907

 

Devamını Oku
Cyber SecurityDenemeDijital DönüşümHikayesiber güvenlikYapay Zeka

Dijital Dönüşümün Yeni Başkanı

Dijital Dönüşümün Yeni Başkanı

“Siber güvenliğin ulusal güvenlik konusu olduğunu artık anlayın ve iktidarlar değişse bile bilişim sistemleri ile operatörleri aynı fabrikadan çıkmışçasına ortalıkta gezindiği müddetçe hiçbir şeyin değişmeyeceğini artık kabullenin. Ayrıca etrafınızdaki yalaka ordusunu derhal dağıtın ya da kimseyi suçlayıp günah keçisi aramayın”

Bu sözler sabah namazı için geldiği Hz. Ali camiinde abdest alanlar arasında bulunanlara selam veren Cumhurbaşkanı tarafından selamı alanların aksine sesi çıkmayan gence laf atan iletişim başkanının “Cumhurbaşkanı sana Allah’ın selamını iletti cevap versene! Hem selam vermek sünnet almak ise farz” diyen işgüzar iletişim başkanının çanına ot tıkarcasına haykıran Balamir Ali Göktürk’ten çıkmıştı

Bu sözleri büyük bir cesaretle dile getiren Balamir Ali Cumhurbaşkanının ilgisini çekmişti. Cumhurbaşkanı artık her sabah yeni tanıdığı ve güvenlik parametresi adı altındaki tüm izolasyonu bir anda aşan bilge gençle görüşmeye başlamıştı. Haber alma teşkilatının “anarşist olma potansiyeli” var gibi uyarılarına aldırış etmeden ısrarla bu bilge gençle direkt olarak kendisi görüşüyor ve haliyle başkanın etrafında bulunan izolasyon ekibi de çoktan paniklemeye başlamışlardı.

Başkan sonunda karar vermiş ve “bilge gencim” diye hitap ettiği Balamir’e seni Dijital dönüşüm ofisinin başına atamaya karar verdim ve “kararnameyi imzalarken yanımda olmanı istiyorum” demişti.

Sen misin “atamaktan bahseden misali” Balamir Ali başkana tarihi bir hatırlatmayı yapmış ve ondan sonra tüm taşlar bir anda yerine oturmuştu. Hatırlatma ise şuydu;

-sevgili Başkan siz beni atayamazsınız. İmzanız da gücünüz de yetmez bunu artık net olarak anlayın. Ve şimdi aklınızla kalbinizin kesiştiği yerden açılan kapıya odaklanıp ruhunuza geçiş yapın. Geçiş yapın ki size dokunanların sağladığı imkanların diyeti gibi sayısız diyet ödemek zorunda bıraktığınız insanların ahından belki sıyrılırsınız. Öyle ya, aç yatandan da çok semirip yan gelip yatandan da memleketin amiri sorumludur.

-Siz atamayı boş verin de uyuyan dijital dönüşümü kim yönetsin vatandaşa sorun. Hem de anlık olarak. Basit bir mobil uygulamayla. Said’i Rüştü’nün “parlak çocuklarım” dedikleri de kendilerini ve yapacaklarını anlatsınlar dert değil. Yalnız burada oy kullanacaklar arasında çocuklar da olacak. Malum, çocuk zekası hafife alınmayacak kadar kaliteli. Anlaştık mı ?

Bu tarihi hatırlatma net anlaşılmış olacak ki tam da Balamir Ali’nin istediği gibi dijital bir oylama yapıldı. Zaten fikir üretmeyip genç zihinlerin fikirlerini çalmakta Mahir olan Said’i Rüştü’nün devlete sızan memurları ve meşhur yöntemleri belliydi. Bunlar gene paralı trollerini devreye aldılar ama nafile. Onca dümene rağmen Dijital dönüşüm ofisinin yeni başkanı artık Balamir Ali Göktürk olmuştu. İlk icraatı ise Otuz üç günlük acil eylem planını açıklamak oldu ve yirmi birinci günde hayata geçiremediği tek bir madde kalmamıştı. Geriye kalan on iki gün ise bu çalışmaların performans değerlendirmesini yapacak olan halkın vazifesiydi.

Kendisini Millete iş yüklemekle eleştirenlere yanıtı da yine cebindeki kelimelerden tek seferde dökülmüş ve yine dünya genelinde ilgi odağı olmuştu.

Cevap ise şuydu; milletimizi saçma sapan televizyon programları ve mobil oyunlara mahkûm edip geliştirmekten uzaklaştıranlar utansın. “Millet ya şikâyet etmeyecek ya da şikayeti iletecek ve gereği yapılacak. Bu kadar basit”

Gazetelerin manşetlerini süsleyen siber güvenlik başlıkları artık siyasetçilerin toplumu kutuplaştıran söylemlerinin yerini almış ve toplumda siber güvenilirlik diye bir bilinç iyiden iyiye yer etmeye başlamıştı.

Manşetlere örnek vermek gerekirse;

Ve Huzurlarınızda Siber Önlemler

-Devlet başkanları, bakanlar ve milletvekilleri dahil tüm kamu görevlilerine uyuşturucu,alkol ve standart zeka testi zorunluluğu getirildi. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yürürlüğe giren bu uygulama sayesinde artık “kafası güzelmiş” diyebileceğimiz trajik durumlar yaşanmayacak.

-Ayrıca e-devlete bağlı olan yeni bir mobil uygulama ile vatandaş hem seçtiği milletvekilini hem yaşadığı bölgenin mülki amirlerini hem de görevli tüm kamu personelini adım adım izleyebilecek. Usul ve kanunlara aykırılıklara adalet bakanlığından görevli siber avukatlar da vatandaşın talebiyle dahil olabilecek.

-Başta dünya olmak üzere kâinat lideri olan yüceler yücesi, ulular ulusu Cumhurbaşkanımızın teşrifleriyle gerçekleşecek olan uygulama açılışında ilk denetim yetkisi de yine bir ilk olarak mobil uygulama kullananlardan rastgele seçilen vatandaşımız tarafından gerçekleştirilecek.

-kamu görevlileri (askeri unsurlar ve istihbarat birimleri hariç) yaka kamerası kullanacak. Anlık ve kayıttan olmak üzere iki farklı başlıkta denetimler yapılarak usulsüz durumlar tespit edilip hak mahrumiyetlerinin önüne hızlıca geçilecek

Bu çalışmanın mimarı olarak büyük övgü alan ve sürpriz bir kararla tüm ekibiyle birlikte devletin dijital stratejilerini maksatlı olarak dış güçlerin güdümünde oluşturdukları tespit edilen ve çıkarıldıkları mahkemece tutuklanarak ceza evine gönderilen ilk dijital dönüşüm ofisi başkanının yerine geçen ve ilk seçilmiş dijital dönüşüm başkanı unvanını alan Balamir Ali Göktürk’ün yaptığı konuşmada dikkat çeken hususlar şöyle:

-atanmışların değil seçilmişlerin dönemi başlıyor.

-seçilmiş olan tüm kamu görevlileri siber savcı ve hakimlerin yanı sıra vatandaşlarımız tarafından da denetlenip puanlamaya göre ceza veya ödül alabilecek.

-dünya ve kâinat lideri olan cumhurbaşkanımızın Başbakanlık döneminden beri hiç dokunmadığı kamu bankamızda biriken maaşı “dijital denetim sistemlerinin adaletiyle kesilen parmak acımaz. Çünkü zaten parmak dijitaldi” denilerek emekli vatandaşlarımıza “torunlara hediye farkı” olarak an itibariyle iletilmiştir.

(Ekranları başında ve konuşma alanında bulunan tüm emeklilerin telefonlarına gelen kısa mesajlarda “torunlara hediye farkı olan tutar emeklilerimize hayırlı uğurlu olsun” yazıyor halen daha inanmayanların internet bankacılığından yaptıkları kontrollerden sonra hesaba geçen tutarı görenlerin gözleri gülüyordu. Haberi evinin camından dışarı bakarken alan Cemil amca “Sevim koş!!! Bak toruna hediye farkımız yatmış” diyerek sevinçten mahalleyi inletiyordu)

-Said’i Rüştü başta olmak üzere devlete sızarak devletimizin imkanlarını ganimet olarak niteleyen grupların tamamı hem dijital hem de analog olarak yaşayabilecekleri şekilde Venezüella ve Katar seçenekleriyle birlikte yeni yaşam alanlarına gönderilmiş, ganimet adı altında çoklu maaş, bağış ve himmet gibi yeni nesil zimmete para geçirme gibi suçları işleyenler dünyada yine bir ilk olan “dijital idam sistemleri” sayesinde tam olarak tanımladıkları dijital ahirete gönderilmişlerdir. Bu örnek çalışma başta AB olmak üzere diğer batılı ülkeler, Arap ligi ülkeleri ile Şangay ülkeleri tarafından da lisanslı olarak kullanılmak istenmektedir.

-artık tek devlet, tek millet, tek lider diye bir kavram yok. “Hep devlet, hep millet, herkes lider” mottosuyla devletin millet, milletin de devlet için var olduğunu ve bu varoluşun kaçınılmaz olarak dijital dönüşüm sayesinde bir bütün olduğu yadsınamaz bir gerçek olarak gözümüzün önünde cereyan etmektedir.

-söylediğini belirttiği zamanda gerçekleştiremeyen Cumhurbaşkanı bile olsa hem vatandaşlar hem de duygusuz, inançsız ama etik yüklü yapay zekâ ile denetlenip performans raporu çıkartılarak gerekirse emeklilik hakkı dahi iptal edilerek görevden alınacaktır.

Gazetecilerden gelen bir soru da epey dikkat çekti; peki ama arada yaptığı iyi işler olsa bile de mi görevden alınıp haklardan mahrum kalacak? Bu biraz abartılı değil mi? Hangi Cumhurbaşkanı bu duruma onay verir?

Bu sorunun yanıtını Reuters “Anadolu’nun bağrından çıkan yeni Dijital Dönüşüm Ofisi Başkanı Göktürk’ten siyaset üstü çıkış; onay merci kişisel hırslarla donatılmaya müsait siyasetçiler tarafından değil bu milletin sinesinde yetişmiş ve geliştirmekten başka inancı olmadığını iyi bilen milletimizin ta kendisidir. Kimse dört dörtlük değildir ama dört dörtlük sistemler bugünden sonra hep var olacaktır” haberleştirip dünyaya servis etmişti.

Otuz üç günlük  performans raporu açıklandığında yine dünyada bir ilk yaşanıyor ve artık insanlar tek bir lideri değil, Anadolu’dan dünyaya adeta harika bir virüs gibi bulaşan dijital akıma dönüşen sistemi konuşmaya başlamıştı.

Kahvelerde, toplanma alanları ve hatta ev ahalisi içerisinde bile siyasetçilerin pompaladığı görüşlerin yerine dijital sistemlerin başarısı konuşuluyor, asayiş gibi nice kritik sorunda müdahil olmanın mutluluğunu yaşayan halkın mutluluğu herkese yansıyordu.

Birçok ülke lideri Balamir Ali’den randevu alabilmek için cumhurbaşkanını devreye sokmaya çalışıyor. Tüm mal varlığını milletine armağan etme şartına rağmen şimdiden Arap krallar ve batılı kraliyet aileleri görüşme için teminat verdiler bile.

Bu arada ilk dijital idam sehpasına geçen Said’i Rüştü’nün özel yetiştirdikleri arasında olduğu Balamir Ali’nin yeni sistemi sayesinde tespit edilen iletişim başkanı Ertan Özge ve ekibi de vardı.

Taşlar yerinden öyle bir oynamıştı ki, haksız kazançlar başka siyasetçilerin iki dudağı arasında değil, bilakis direkt olarak devlete bağlı ve milletle senkronize olarak tüm suçlar ve ortakları bir anda çökertilmeye başladı. “Ya hu kararname vardı, ben istemedim bana verdiler bu huzur hakkını. Tek suçlu ben değilim” diye haykırışlar bırakın arşı, atmosfere bile varamıyordu.

Vatana ihanetten Hükümlü olarak dijital idamla hayatı son bulan Ertan Özge’nin Dijital Cenaze törenine katılım olmazken dijital ahirette annesinin bile ziyarete gitmediği öğrenildi. Çocuklarının ise analog dünyada babalarının işledikleri suçlardan dolayı dijital ahirette yaşamak istediklerini ancak babalarından uzak ve erişimin olmadığı yeni bir bölüm olması için garanti istedikleri de gelen haberler arasında.

Dolaylı da olsa idam olmayan bir ülkede idama sebep olduğu için suçlanan Balamir Ali soruları yanıtsız bırakırken “ecirle ödeme yapan ailesi düşünsün” diyerek “yeni sistemin başarı oranının yüzde doksan dokuz seviyesinde olmasının mutluluk verici olduğunu ve siyaset artık sadece bir meslek. Yani insanların önlerini ilikleyip iki büklüm oldukları dönemler geride kaldı. Yapay zeka destekli sistemler sayesinde adalet, emniyet, eğitim ve siyaset gibi tüm başlıklar sadece işlerine odaklı ve performansa dayalı olarak gündemimizde” dedi.

Bende olması gereken sistemin doğası gereği görevimi gençlerin dönüşümlü olarak idare etmesi için devrediyorum. Bu devir esnasında herhangi bir torpil ya da referans olarak eski siyasetçilerin önünde iki büklüm olan ve güce boyun eğen tohum ağaçlarının hiçbir hükmü de bulunmuyor.

Burada dönüşümlü görev alacak olan gençler, simülatör aracılığıyla benden çok daha başarılı olduğunu ispat etmiş olanlardır.

Zekâları ve etik değerleriyle başarıda büyük emeği olan, çalışmaların hızla ilerlemesinde adeta pik atan tüm genç kardeşlerime şimdiden teşekkür ediyorum.

Balamir Ali Göktürk kamuda yuvalanan Said’i Rüştü’nün tüm elemanlarını deşifre ettiği ve iktidar sahiplerinin bulunduğu gaflet uykusundan uyandırdığı için “onursal yapay zekâ mimarı” olarak devlet nişanı almıştır. Görevini gençlere devrettikten sonra sosyal sorumluluk projelerinde görev almış ve vasiyeti uyarınca cenaze merasimi yapılmadan isimsizler mezarlığına defnedilmiştir.

 

Devamını Oku
GenelHikaye

Top benim takımı da ben kurarım diyenlerin dikkatine!!!

poor

Ey ahali bizim tek derdimiz var o da “VATAN”

Hemen belirtelim yıllarca falanca kurumun filanca bölümünde çalıştık diye kuru gürültüyle basamakları hızlıca çıkanlara ne kimseyi basamak ederiz, ne de bizleri basamak olarak kullanmaya çalışanlara müsaade ederiz.

Biz, her mahallede muhakkak ortaya topuyla çıkan ve “top benim arkadaş! Takımı da ben kurarım” diyenlerle çocukken mücadele ettiğimiz gibi bugünde “elimde yetki var istediğimi atar istediğimi tutarım” diyenlere karşı, hakikatin yanında saf tutarak mücadele ederiz.

Varsın bize sokak çocuğu ya da asi desinler.

Onların her suça karıştığında kolladıkları kardeşlerinden olmadığımız gibi kıblesi şaşmış olanlarla da kıblemiz asla bir değildir.

Bizim kıblemiz hakikattir ve öyle kalacaktır.

Türk milleti ile harp etmeyi cihat sayan haysiyetsizlerin de tek tek kim oldukları da deşifre olduğuna göre vakit cenk vakti demektir.

Cenk deyince ateşli keskin harp olarak algılanmasın. Bu cenk kalem ya da kılıçla olan bir Cenk de değildir. Mürekkeple merminin yerine devre ve klavyenin kullanıldığı bir cenktir.

Kıblesi şaşmamış, devresi yanmamış ve en önemlisi ruhunu satmadan “hayatta en hakiki mürşitin İlim olduğunu bilerek yaşayanların siber cengine hoşgeldiniz…

İlk yayınlanacak bilginin nöbetçisi ateşten midir? Topraktan mıdır? Bilemeyiz ama cennette Arap’a süs bitkisi olmayı arzu edenlerin cennetinde önceden yandığı belli olan ruhlar tüm izleriyle varsın açığa çıksın ya da günahsız cennetlikler bir arada olsun.

Ruhlar aleminde tercihini yapıp görevini üstlenenler elbette ki tercih ve görevlerini asla unutmamış olanlar ile ne bu dünyada kardeş ne de eş kalamazlar.

Şimdi her kim olursan ol! Neye ve kime hizmet edersen et! Değil mi ki sizler topun sahibi olup takım kurmak için annelere ırgatlık babalara da günahkar rolü biçtiniz, o halde size bu dünyada kavrulmuş ruhlarınızla iyi günler dilerim.

Yok yok kimse korkmasın da yanlış da anlamasın. Çok net ifade edeyim de karışıklık olmasın. Efendim vatana ihanet eden ve bu ihaneti hangi kisveye bürünürse bürünsün gizleyemeyenler hem analog hem de dijital alemlerde rezil rüsva oldukları gibi “öz kardeşim dahi olsa vatana, ecdada ve geleceğimize ihanet ettikleri için hesap verecekler” bu hesabı da bizler soracağız diyen o meşhur topu olan piçlerin karşısına dikilen çocuklar da epey büyüdü ve yine sıra onlara geldi.

İlahi sevkiyat mı dersiniz ne dersiniz bilemem ama özel kuvvetlerin alanına çok girmeden bir iki somut bilgi vereyim de “güzel hikaye” yazmış dedirtmeyelim…

1- Kanuna aykırı olarak devlet memuru olan, erken emekli olan ve siyasilerin gizli kasaları olarak parayla oynayanlar.

2- İnşaattan kazanıldığı ve helal sanılan baba parasıyla alınan telefonlarla tüm biyometrik verileri ve dijital tüm imzaları alınıp siber kurtlara emanet edilen banka hesaplarından bihaber olanlar.

3- Yabancı sistemleri kullanıp kendi öz evlatlarının zihnine sızmaya çalışan ve ailem dedikleriyle yurt dışı planları yapanlar.

4- Bir takım cemaat ve tarikatlar ile işbirliği yaparak Kadim Türk devletiyle içten içe hesaplaşma derdinde olan milliyetsizler,

Bakın sizler için açık açık şunu söyleyeyim;

Öncelikle Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde belirtilen görevlerimiz için tam yetki almamıza vesile olduğunuz için elbette bir teşekkürü hak ettiniz.  Ve sizler gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içerisinde bulunmasaydınız bizler de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün güvenip görev verdiği gençler olduğumuzu belki de hiç bilemeyecektik.

Aklı hür, vicdanı hür ve hayattaki en hakiki mürşit ilimdir diyenlere selam olsun.

Para sayarken Atatürk resminin üstte olmasını bereket olarak niteleyip tavsiye verenlerin Benjamin Franklin resimlerini bile göremedikleri banka hesapları da, o çok güvendikleri ve suç ortağı oldukları çakma kullarla esaslı hainlerin inleri de sadece bir tık ötemizde duruyor. Ne diyelim, okyanus ötesine selam götürüp getirenlerin savcısıyla sizlerin nefesinin kesileceği, sizden sonra gelenlerin isim değiştirme başvurularıyla gündem olacağı günler yakın.

Şimdi çoluğunun çocuğunun yanında sözüm ona geçmişin sahte izleriyle hesap sorma gayretinde olanların defterinin dürülme, fiil de bulunanların da yaşattığının çok daha beterini yaşamadan ölmeyeceğinin hatırlatma vaktidir.

O “top benim takımı da ben kurarım” diyen şımarık çocukların haddini bildirmekle görevli asil çocuklar burada.

 

 

 

 

Devamını Oku
DenemeEdebiyatHikaye

Curcuna mahallesi 

kibrit

Yine sigaramın son közüyle yeni sigaramı yaktığım bir döneme girmiştim. Bu durumun tüm sorumlusu olarak bir türlü yanmayan çakmağımı suçluyordum. Yeni bir çakmak almak yerine “o çakmak yanmayacak bak” diyen sesi duymak daha bir anlamlı geliyordu belki de…

Ciğerlerimi soldurma eylemim tüm hızıyla devam ederken karşımızdaki binaya yeni taşınanların mahalleyi inleten bağrışmalarına kulak kesildim.

Genç kızın konservatuara gitmek isteyip anne ve babasının bu isteğe rıza göstermediğini mahallenin sağır Türkan teyzesi bile biliyordu.

Bizim evde de curcuna hiç eksik olmazdı. Bizdeki curcunanın müsebbibinin ben olduğum iddiasındaki ev ahalisinden kaçış yerim olan balkona benden başka pek kimse giremiyordu desem de yeridir.

Öyle çok sigara içiyordum ki, ev ahalisi ile yaptığım tartışmalardaki aşırı mantık yüklü konuşmalarımın onlarda oluşturduğu aşağılık kompleksinin rövanşını almak İçin beni balkona hapsetmenin gururunu yaşıyorlardı. Kendimi gaz odasına gönüllü giren bir mahkum gibi hissettiriyorlardı.

Yine sigaramın son közüyle yeni bir sigarayı ateşleyecektim ki, sigaramın bittiğini derin bir üzüntüyle ve biraz da öfkeyle fark edip bir hışımla deri ceketimi askıdan alıp üzerime giydim.

Mecburen ev ahalisinin arasından ve hakkımda konuşulanların gürültüsünden hışımla geçip sokak kapısını açıp dışarı apartmanın merdivenlerinden uçarcasına sokağa doğru yöneldim.

Hava çok soğuktu ve deri ceketim bir anda buz kesti sanki. Karşımızdaki binanın köşesindeki bakkalın kapalı olduğunu, saatten bihaber olan bendeniz ancak bakkalın önüne geldiğimde fark edebilmiştim.

Bu soğukta sırf sigara almak ve en yakın benzinciye gitmek için pek cesaretim de yoktu açıkçası. Bu esnada evdeki tartışmanın devamını isteyen bir telefon araması geldi. Boş bulunup açtım. mantık ve hakikatten uzak ithamlar karşısında tüm mahalleyi inleterek “yeter artık üstüme gelmeyin. Üzerime giyemediğim onurumu bırakın da çantamda taşıyayım bari” dedim ve telefonumu bol yazılı sokak duvarına fırlatıp parçaladım.

Elim ayağım titremeye başladı ve ciğerlerimi solduran, öfkemin celladı olan bir dal sigara olsaydı derken “al yak bi cigara sakinleşirsin” diyen sesin sahibine bakmadan uzatılan paketten gelen daveti hemen kabul edip tek dal sigarayı dudaklarıma götürdüm.

Ceketin cebinden yine yanmayan çakmağımla boğuşmama daha fazla mücadele etmeme izin vermeyen sesin sahibi “yanmaz o boş ver” diyerek kibriti çakıp avucunun içinden bana doğru ateşini uzattı. Sigaramı yakıp kafamı kaldırdığımda göz göze geldik ve sanki zaman durdu, derin bir sessizlik içinde sadece solmaya yüz tutan ciğerlerimizin çığlıkları duvarlarda yankılandı.

Konservatuara gitmek isteyen mahallemin curcunalı kızı karşımda duruyordu. Şaşkınlığımı gizleyemedim ve hemen teşekkür edip alt mahalledeki küçük parka doğru yöneldim.

-Bir saniye lütfen dedi ve ekledi “yanlış anlamayın lütfen ama az önce onurunuzu üzerinize giyemediğinizi söylediniz. Çok derin ve anlamlı bir ifadeydi. Ayrıca sizi duman altı olan balkonunuzdan tanıyorum. Muhtemelen siz de beni ailemle yaşadığım ve tüm mahalleye mal olan tartışmalarımızdan tanıyor olmalısınız.

-evet ben de sizi tanıdım. Keşke bu şekilde tanışmasaydık. Açıkçası öfkeme yenik düştüğüm bir hal ile değil de daha eğlenceli bir halimle karşılaşmayı isterdim. Ama olsun… sorunuza yanıt veremem. Daha doğrusu bu sorunun yanıtı tam olarak yok. Bakın üzerimde sadece deri ceket var ve sırt çantam bile yok. Dedim

“Gözlerimi bir an bile başka yöne çevirmek istemiyordum ama ilginç bir durumda yakalandığım İçin kötü bir izlenim bırakmak istemiyordum.

-anlaşılan sizde ev ahalisiyle pek anlaşamıyorsunuz. Üzülmeyin ve ciğerlerinizi fazla soldurmayın. Dedim ve bana harika bir gülümsemeyle

-madem aynı kaderi farklı binalarda ama aynı mahallede yaşıyoruz. O halde artık küçük parkta size eşlik edecek bir yol arkadaşı bulduğunuz için sevinin. Dedi

Ben de ;

-iyi madem. Bana verdiğiniz tavsiyeye siz de uyarak ciğerlerinizi soldurmayın. Soldurmayın ki, bizleri anlamayan insanlara gösterdiğimiz merhametin bir sonucu olarak tek kişilik gaz odasına mahkumiyeti meşru kılmayalım.

Bu günden sonra ben ve curcuna mahallesinin kızı sigarayı bırakmakla kalmadık, O konservatuarı başarı bursuyla kazanıp dünyanın en iyi piyanistleri arasına ismini yazdırdı ben de onurumu üzerime giyip herkesin ölçüsüne göre dikim yapabilen bir terzi oldum.

Curcuna mahallesi deyip geçmeyin. Hangi yıldız tozunun nereye düşüp hangi kurumuş çiçeklerin yeşermesine sebep olacağı belli olmaz.

Devamını Oku
Hikaye

Kadim Şehrin Kadim Semti “İstanbul ve Kuzguncuk

kuzguncuk hikayeleri

Kuzguncuk ne anlam ifade eder bilir misiniz?

Efsaneye göre bu eşsiz semtin meşhur bir papazı varmış. Adamcağızın dilediği her şey gerçek olurmuş. Sırf bu özelliğinden dolayı durduk yere günah işleyip günah çıkarma bahanesiyle ondan bir dilek kapmaya çalışanlar bile varmış. Bu semt kadim bir şehir olan İstanbul’un yine en kadim semtlerinden biri olan Kuzguncuktur. Bu şirin görünümlü semtin Arnavut kaldırımlı taş sokaklarında bisiklete binmek veya yürümek oldukça keyiflidir. Hele bir de aşkın elinden tutup hafif bir yağmurda yürüyüş yapılırsa ne harika bir anıya sahip olunur kim bilir? Eminim bu satırları okusaydı “Efendim aşkı bulduk da yağmurlusunu mu arayacağız” diyen de yine Kuzguncuk’la özleşen Can Yücel olurdu. Hüsnü zanda bulunmak istemem ama henüz ufak bir çocukken kendisiyle tanışmış, ondan çok korktuğumdan yanından dolanarak geçsem bile saygı da kusur etmemiş ve günü geldiğinde bir mezatta satışa sunulan “Sevgi Duvarı” isimli şiir kitabını çok şükür alabilmiştim.

Çok şükür diyorum çünkü ısrarla fiyat yükselten adam koskoca İstanbul’un belediye başkanıydı. Öyle kolay mı efendim adamın elinden kitabı kapmak? Zaten hayatımdaki ilk mezat tecrübemdi. Ne yol, ne de yordam bilmiyorum o güne kadar. Elimizdeki tabelayı kaldırdıkça fiyat yükseliyor. O kadar ısrar ettim ki en sonunda “kimmiş yahu bu kitabı bu kadar isteyen” diyerek dönüp bana baktı. E haliyle ahali de bana baktı. Ben de “ağanın eli tutulmaz başkanım da biz de Kuzguncuğun delikanlısıyız. Can ağabeyin kitabını mezatta da kimseye kaptırmayız” dedim. Dedim ama bir yandan da bıraksın artık şu kitabı da daha fazla fiyatı artmasın diye iç geçiriyordum. Çok şükür bir kere daha fiyat yükseltip sonunda benim teklifin üzerine ses etmedi de alabildim kitabı.

Tabi papazın bu konularla ne alakası var. Öyle ya bu kadim şehrin kadim semtini anlatmaya çabalarken papazın duasının kuvvetinden dem vurmuştum. Papaz efendi iyi dileklerde bulanabildiği gibi beddua da edebiliyormuş. Günün birinde neye sinirlenmiş de etmiş orası karışık ama bir beddua etmiş ve “Kuzguncuğa bir kez adımını atan ömür boyu vazgeçemesin buradan” demiş.

Denemesi bedava, eğer Kuzguncuk’a hiç gitmeyen varsa buyursun bir kere ziyaret etsin. Suyundan içmenize de gerek yok nefes alıp yürüseniz yeter. Aman diyeyim büyüsüne fazla kapılmayın. Zaten şöyle kısa bir tur attığınızda Kilise, Sinagog ve Caminin neredeyse bir arada diyebileceğimiz şekilde olduğunu görüp dünyada Mescidi Aksa’dan sonra böyle bir durumun olduğu başka bir semt olmadığını anlayıp ilk büyü alanına girmiş olacaksınız.  Can Yücel’i, beni elimden tutup meşhur Çınaraltı’nda deniz kenarında gezdiren Çokoprens teyzemle, Kuzguncuk’un ablası Viktorya teyzeyi tanıma şansınız olsaydı eğer, eminim ruhunuzdan seken tozlar o eşsiz büyüye çoktan karışırdı. Yani yine karışabilir elbette ama ne zaman nerede hangi anılarla harmanlanır bilemem.

Bu arada kiminin iyi bir dilek kiminin de kötü bir lanet olarak nitelediği Papaz’ın bedduasını etkisiz kılanlardan biri olduğumu belirtmeden geçemeyeceğim. Evet artık Kuzguncuk’un önünden bile geçmiyorum. Batan geminin malları gibi kayıp aşk,ibadet, dostluk, kavga ve sarhoşluklarım trajik bir şekilde son buldu. Ama Kuzguncuk hikayeleri arasında de yerini aldı. Gören, duyan derken dedikodularda anlatılır oldu. Hatta beni bilenler bu işin ardını bırakmayıp muhakkak bir şey yapacağımı söylemekle yetinmeyip bir de üstüne beni bazen taksici kılığında bazen de bir kafede çayımı yudumlarken gördüklerini dile getiriyorlar. Belki de Viktorya teyzemin Sinagogdaki cenaze töreninden sonra mezarlığa hiç gitmemeli ve yüzüne toprak serpiştirenlerden olmamalıydım. Sanırım o öldüğünde benim için de kuzguncuk ölmeliydi.

O gün kuzguncuk benim için ölmedi ama sonrasında yaşadığım trajediyle bedenimi olmasa da ruhumu Perihan Abla’nın sokağında gömüverdim. Şayet o meşhur dizinin çekildiği evin karşısında bulunan minik parktaki salıncakta halen daha sallanan çocukluğum ve teyzeciğimin eşsiz gülüşü olmasaydı belki de Yenigün Sokak başka bir bedenin mezarına ev sahipliği yapabilirdi. O itin bir ruhu olmadığından ve bedeni de bir baltaya sap olamadığından zaten mezar taşını da hak etmiyordu. Sanırım “itin hatırı yoksa bile sahibinin hatırı var” kontenjanından faydalanıp işediği cami duvarının mutlak akıbetini yaşamaktan başka şansı yoktu. Her ne kadar bazen “papazın bedduasına karşı konulmaz oraya geri dön ve baba parası olmadan iki adım atamayacak, kadınlar ve çocukların yanında bir delikanlıya saldıranın akıbetinden hiç haberi olmayan iti ibreti alem olsun diye oracıkta infaz et” diyen ruhumun tehlikeli tarafının haykırışını duysam da pek kulak asmıyorum. Kuzguncuk papazının bedduası kuvvetli de camisinin duvarı mı güçsüz? Belki de onca köpeğin bu semtte neden cami duvarına işemediğini bilseydiniz ne demek istediğim daha iyi anlaşılırdı.

Kuzguncuk Semavi dinlerin mabet ve ritüellerinin iç içe geçtiği eşsiz semtlerden biri olduğu için adak adamak ya da kurban vermek de alışa gelmiş durumlar oluyor. Alışagelmedik olan ise mahalleliden birinin ruhunu kurban edip papazın bedduasını işlevsiz hale getirmesiydi.

Kuzguncuk’ta yaşarsanız iziniz kalır. Misafir olarak uğrarsanız da müdavimi olursunuz. Denizi mavi, gökyüzü aydınlık olsa bile herkesin mavi ve aydınlık tonu farklılık gösterir. Kısacası bakılan ile görülen farklıdır.

Bedenimle olmasa bile ruhumla Çınaraltı’nda halen elimden tutan Çokoprens teyzemle dolaşıyor, bazen tek başıma çayımı içiyor, salıncaktan zıplayarak inip aman fazla terleme ve kola içme o iyi bir şey değil diyen teyzeme gıgımdan koklatıp öptürüyor, öpüyor ve ödül olarak gelen ayranımı büyük bir iştahla içiyorum. Biraz büyüdüğümde mavili de biramı yudumlayıp denize atlıyor, Balaban’dan çıkıyor ve yine Kuzguncuk’a yürüyüp yeni bir bira açıp denizde yüzdüğünü sananlarla alay ediyorum içten içe ve diyorum ki; “burası boğazın en akıntılı olduğu yer. Kuzguncuk! Burada yüzemezsiniz sadece suya atlar ve akıntıya kapılıp gidersiniz. Balaban’dan çıkamazsan, yüzdüm diye sevinir ve sonunda Harem’e kadar sürüklendiğini anlarsın” Şarapçıların ilginç muhabbetleri ruhumun kulaklarını tırmalamaya başladığında müptezellerin içtikleri otun dumanı da zihnimi bulandırmya başladığında hemen Mavili’den ayrılır ve gün doğumunu kaçırmamak için Kayıkhaneye geçerim. Sabah olur ruhuma güneş doğar ve bedenimin olduğu yatakta uyanırım. Yaşananlar anı, yaşanmaması gerekenler hayal kırıklığı der ve Sevgi Duvarı’nı elime alıp “Can ağabeyden bugün ne varmış” diye rastgele bir sayfa açar ve bakarım…

sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa

kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi

dilimizde akşamdan kalma bir küfür

salonlar piyasalar sanat sevicileri

derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni

yakanda bir amonyak çiçeği

yalnızlığım benim sidikli kontesim

ne kadar rezil olursak o kadar iyi

Bu arada Kuzguncuk; “hapishane kapılarındaki demir parmaklıklı, küçük pencere” demektir. Benim açımdan çok mantıklı. Papazın bedduasına mazhar olanlar bile benimle aynı fikirde olabilir. Demir parmaklıklı küçük bir pencereden ne farkı var ki bu dünyanın? En azından Sarayburnu dururken Kadıköy’e yerleşenlere kör muamelesi yapanlar, Kuzguncuktan baktıklarında boğazın eşsiz manzarasını gördüklerinde dillerini ısırmayı öğrenmişlerdir.

Devamını Oku
EdebiyatHikaye

Sümbül mavisi giydiğinde…

sümbül

Sümbül mavisi giydiğinde
eski bir tabirimizle
Kanlıca’dan baktın mı
Emirgan’ı göreceksin misali
gönlünün berraklığı belirginleşiyordu…

Onun duruluğunda şairler mısralarından utanıyordu.
Baharlar çiçeğe duruyor gönüllerde şenlikler uyanıyordu…

Taze hava gibiydi kelimeleri,
Sızlatıp duruyordu gönül telini…

Normal konuşması şarkı söylüyor gibi ruhlarda yankılanıyordu…
Alt notada “Fikrimin ince gülü” inceden inceye kendisini hissettiriyordu…
İnsan kim bilir bu ses bir de bu şarkıyı söylese nasıl mest eder diye düşünmeden edemiyordu…

Çeşmi Billur gibi zarif, kendinden akar gibi duran uzun ince parmaklarıyla
çayın şekerini karıştırdığında
o sahne hiç bitmesin istiyordunuz…
Ne de olsa kendisi gönlünüzün şekeriydi…
Gerçi yeter bulandırma gönlümü diye isyan etmeden de duramıyordunuz ancak
yarım saat sürse de
böyle bir bardak çayda fırtınalar kopsa diye adeta can çekişiyordunuz…

Baş döndürücü bir etkiye sahipti.
Yanınızdan bir geçip gitse
aurasının sarmalından sarhoş oluyordunuz…
Seyretmelere doyamıyordunuz…

Bahse girerim gözlerinin içi gülen ışığıyla
bilge tebessümünü katıp baktığı herhangi bir kişinin aşık olmama şansı yoktu !..

O yüzden bir mucize gibi algıladığımız
her saniyesini gönül ışığıyla zihnimize resmediyorduk …

Aramızda geçen mütekabiliyetli
gizli cümle:
“Sen benim acımı algılayamazsındı…”
Buna rağmen birbirimize kör kala kala,
olmaz diye diye iletişimi sürdürüyorduk…

Belki de aslolan iletişimdi…
Kendisi iletişimin dehasıydı
bendenizse fukarasıydı…

Devamını Oku
Hikaye

Şirketi Hayriye

love-couple

 

 Cahil insanlar kendilerini mükemmel görmeye zeki insanlar ise yeteneklerini hafife almaya eğilimlidirler.

-Albert Einstein

                                                                                                                                                                                                                                            
Çanakkale’de  vatani görevini yaparken tanıştığı biricik aşkı Hayriye ile evlenen ağabeyinin her zaman yanında olan küçük Balamir için hayat bambaşka bir hal alıyordu. Çünkü aralarında beş yaş olmasına rağmen futbolda takım arkadaşı, bisiklet ve masa tenisi gibi birçok alanda partneri olan en yakın dostuyla artık evleri ayrılıyordu.

Babasızlığın zorluğunu bilen bu iki kardeşin sarsılmaz bağları bu evlilikten sonra adeta çatırdamaya başlayacaktı. Bizim küçük Balamir oldukça tez canlı ve haksızlığa tahammül edememesi ile etraftakiler tarafından sinirlendirilmesi oldukça kolay bir yapıya sahipti. Haksızlık karşısında bırakın sessiz kalmayı, adeta çarşıyı pazara katarak öfkesini hissettiriyordu. Balamir’i en iyi bilen ağabeyi ne yazık ki Hayriye hanıma da çocukcağızın bu özelliğini çoktan yansıtmıştı.

Ailecek bir araya gelindiğinde iğneli sözleri delikanlılığa yeni adım atan Balamir için sabır zorlayıcı durumlara sebep olabiliyordu. Her ne olursa olsun ağabeyinin biricik eşiydi ve ne sevgisini ne de saygısını asla esirgemiyordu.

Bu arada iki kardeş de koyu Fenerbahçe taraftarıydı. Abisi evlenmeden önce maçlara birlikte giderlerdi ve çok keyif alırlardı. Tabi evlendikten sonra artık bu maç keyifleri son bulmuştu.

Balamir hem okuyup hem de çalışan bir çocuktu. Mahallede çocukluğundan beri çalışmadığı esnaf kalmamıştı. Her yaz tatilinde Balamir’i transfer etmek isteyen esnaflar annesinden ricacı olurlardı. Artık Balamir büyümüş ve mahallenin DVD’cisi olan Ayhan abinin dükkanından sorumlu olmayı tercih etmişti. Hem sayısız film izliyor hem de mahalleliye film tavsiyelerinde bulunuyordu. Müşterilerin çoğu ondan tavsiye almak için dükkâna geliyorlardı. Kısacası mahallenin film yorumcusu olmuştu.

Fenerbahçe ve Galatasaray’ın derbisinin olduğu bir gün, ağabeyi eşiyle birlikte Balamirlere misafirliğe gelmişti. Artık Balamir evin reisiydi ve apartman zilinde onun adı yazıyordu. Ağabeyinin geleceğini öğrenen Balamir yine koyu bir Fenerbahçeli olan Ayhan abisiyle ilk yarı dükkânda durup, ikinci yarı da evde olmak için sözleşmişti. Ağabeyine bu durumu söylemişti ama bu efsane maçı elbette birlikte izlemek için can atıyordu. Abisi evden canlı yayın yapar gibi sürekli mesaj atıyordu Balamir’e. Sonunda “otuz beş metreden Pierre Van Hooijdonk gol attı oğlum hadi gel be” diye mesaj atınca Balamir de “Ayhan abi bak sakın gecikme! Yoksa kapar dükkânı giderim” diye mesaj atmıştı. Neyse ki Ayhan abisi sözünü tutup ilk yarı biter bitmez geldi ve bizimki de koşa koşa eve gitti. Zaten ne olduysa o koşturmadan sonra oldu. Belki de hayatını, kaderini ve ruhunu bile şekillendiren tez canlılık o gün son bulacaktı.

Balamir apartman kapısına geldi ve anahtarı dükkânda unuttuğu için ismini yazılı olduğu zile bastı. Yengesi kim o? Dedi ve Balamir’de maçı abisiyle izlemek için heyecanla “benim” dedi. Otomatiğe basıldı, kapı açıldı ve asansörle beşinci kata basıp çıktı. Asansörden kapıya koşarak geldi ve kapının aralık olduğunu görünce kapıyı biraz ittirip içeri girmek için hamle yaptı. Bir anda kapı sert bir şekilde üzerine geldi Balamir’in. “dur dur” diye gelen sese elinin kapıya sıkışmasından daha çok öfkelenmişti. Aynı hızda o da kapıyı ittirdi. “Ne oluyor be” dedi ve yengesi “saçım açık geri zekalı” diye bağırdı. Balamir da şaşkınlıkla “iyi be bana ne senin saçından salak” diye yanıt verdi.

Balamir o yaşına kadar hep ananesinde büyümüştü. Onların öyle bir bağı vardı ki, Balamir havale geçirecek kadar ateşlense iğne, serum ve hiçbir ilaç ananesinin köftesi ve salatası kadar iyileştirmezdi onu. Keza ananesi de hastalansa hemen Balamir yetişir, sarılır, öper ve yaşlı kadın iyileşirdi.

O gün anane de misafirdi ve hemen Balamir’i alıp odasına götürüp elini öpüp sakinleştirmeye çalışıyordu. Derken abisi sert bir şekilde kapıyı açarak odaya girdi. “Ne oluyor lan” dedi.

Balamir ise” abicim bir şey yok elim kapıya sıkıştı birazdan gelirim içeri” dedi.

Abisi çok öfkeliydi.

-“hayır hayır ne oldu? ne oldu?” diye yineledi.

-“Abicim bir şey yok geç sen geliyorum birazdan”

-“lan sen benim karımın yüzüne kapıyı nasıl vurursun”

-“abi ne vurması. Saçmalama!”

-“lan bırak gördüm ben”

-“Abi sana yazıklar olsun be! Vurmadım ve senin oturduğun yerden böyle bir şey olsa bile görme şansın yok. Yazıklar olsun sana. Nasıl inanırsın? Bak kendi evime gelirken kapı üzerime kapatıldı. Saçı açıksa açık bana ne? Hem ben senin kardeşin değil miyim? Saçını görsem ne olacak manyak mısın?

Deyince, abisi evin içinde tekme, tokat ve yumruklarla saldırmaya başladı. Balamir lisanslı boksördü ve tüm ataklar karşısında adeta dans ediyordu. Bir yandan kaçıyor bir yandan da tekme ve yumrukları savuşturuyordu. Artık kaçacak bir yeri de kalmamıştı Balamir’in. En son mutfakta buzdolabının önünde sıkıştırmıştı abisi. Yumruğu tam gözünün önünde gören Balamir ani bir refleksle aparkatını çıkarmış ve abisini kroki pozisyonuna düşürmüştü.

Baktı olacak gibi değil hemen ayakkabıları eline alıp yalın ayak beş kat aşağı inmişti. Aynı hızda ananesi de onunla inmişti aşağıya kadar. Kapının önünde ananesi Balamir’i yakaladı ve “Balamirim, yavrum aman dur sen uyma ona” diyordu. O esnada beşinci kattan kendini atmaya çalışan Hayriye hanımı alt komşusuyla birlikte annesi de tutmaya çalıyordu. Diğer camdan abisi seni “öldüreceğim lan” diye elini sallayarak bağırıyordu.

İşler öyle anlamsız bir hal almıştı ki tüm mahalle camlardan bu saçma durumu izliyordu. Kadının biri başka bir apartmanın camından Balamir’e “şerefsiz” diye bağırınca Balamir de “sen ne diyorsun be? Ne bildin de bana küfrediyorsun” diye haykırdı. Kadın hemen camı kapatıp, perdeyi çekip içeri kaçtı.

Balamir an itibariyle mahalleli tarafından Hayriye hanımın sırf saçını gördü diye sapık olarak damgalanmıştı. Üzerinde atleti ve pijamasıyla ananesinden sıyrılıp koşmaya başladı. Doğup büyüdüğü mahallede yalın ayak koşuyordu. İlk aklına gelen DVD ci dükkanına, Ayhan abisine gitti. O da bu halini görünce “ne oldu Balamir, dur sakin ol” dese de Balamir artık kendinde değil gibiydi. “Bana par ver abi” dedi anlamsızca. Ayhan abisi de al oğlum ne lazımsa demeye kalmadı Balamir bir hamleyle kasanın çekmecesini açıp para almaya çalıştı. Aldığı paraların tamamını da dükkândan dışarı çıkarken elinden bıraktı ve caddeden sokağa doğru gelen arabanın üzerine doğru koşmaya başladı. Arabanın şoförünün gözleri bu canına susamış genç karşısında fal taşı gibi açılmış ve frene basmıştı ama çoktan çarpışma olmuştu bile.

Balamir önce kaputa sonra tavana ve ardından asfalta çarparak ancak durabilmişti. Onu tanıyan tüm esnaf büyük bir panikle başına toplandı. Yardım etmek için canhıraş çaba içine girdiler. Neticede herkesin bildiği çalışkan ve tez canlı küçük Balamir’di o. Bir anda kendine gelen Balamir yine koşmaya başladı.

Kozyatağı e-5’e kadar durmadan koştu. Artık otobandaydı ve içinden bir ses “dur” diğer bir ses “koş koş zaten herkes seni sapık biliyor” diğer bir ses de “öl ulan öl” diye bağırıyor ve tüm bu sesler karşısında tepki vermeden yürümeye devam ediyordu.

Bir anda bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başlamıştı.

Araçlar için görüş mesafesi çok düşüktü ve ilk araba kornaya basarak Balamir’i sıyırıp geçti. Sonraki araç kayarak son anda durdu ve dörtlüsünü yakarak diğer araçların da yavaşlamasını sağladı. Aracın şoförü büyük bir hışımla araçtan inip Balamir’e doğru koşmaya başladı. Balamir da durup önüne dökülen saçlarının arasından üzerine doğru koşan adama sadece baktı. Şoförün yanındaki kişi “abi gel gel gidelim boş ver. Manyak bu, baksana canına susamış. Ayağında ayakkabısı yok üzerinde atlet, kesin bu deli” diyerek araca binip uzaklaştılar.

Balamir içinden “biri beni durdursun” diye haykırıyordu ama bu sesi bir tek kendisi işitiyordu.

Emniyet müdürlüğüne kadar yürüdü ve nöbet tutan polise bakmaya başladı. Polisten tek beklentisi onu zapturapt altına almasıydı ama garibim memur da ürküp kulübesine girip kapıyı kapattı. Bu andan sonra biraz daha yürüyen Balamir çöp tenekesinin yanına çömerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yağmurla birlikte salya sümük olmuş ve ne yapacağını bilemez halde katıla katıla ağlarken Ayhan abisi onu buldu ve hemen kendi evine götürerek kıyafetleriyle birlikte sıcak su dolu küvete soktu.

Ayhan’ın eşi hemşireydi ve sakinleştirici iğne yapmıştı Balamir’e. Sabah uyandığında ağlayan misafirlerine ilk sarılan Ayhan’ın hemşire eşi olmuştu. Hiç tanımadığı, hiçbir akrabalığı olmayan, saçı açık, gönlü güzel hemşire Selin Balamir’e sarılınca, Balamir bir anda sustu ve olayı merak eden Ayhan abisiyle eşine anlatmaya başladı. İyi ki de anlattı ve bir nebze rahatladı.

Ama, sanki evden çıkan bir ceset ya da mahallelinin suçsuz yere taşladığı masum bir çocuk olarak damgalanmış gibi hissediyordu. Olaydan sonra Hayriye Hanım ve eşi özür beklediklerini. Namahrem diye bir gerçeğin inançlarının gereği olduğunu savunup durdular.

Aradan yıllar geçti. Hayriye hanım bir partinin yöneticisi ile tokalaştığı fotoğrafı herkese açık bir şekilde sosyal medyada paylaştı ve bir şekilde Balamir’in önüne düştü bu fotoğraf.

Hemen abisini aradı Balamir ve şunları söyledi… “Ulan senin karın bir tek bize mi namahrem? Partinin yöneticisi ile tokalaşmış bir de herkese açık olarak paylaşmış. Sizin benim ruhumla, inancımla oynamaya ne hakkınız vardı lan? Şirketi Hayriye diye yazı yazıp milleti uyandırmak mı lazım?” deyince abisi de “sana ne lan. İstediği ile tokalaşır. Seni de kimseyi de ilgilendirmez” diyerek yanıt verir ve benim karıma “Şirketi Hayriye diyemezsin! Orospu diyemezsin” der ve tanıyan herkese eşine orospu dediğini anlatır. Yani Şirketi Hayriye demek abisinin dilinde Orospu demekmiş…

Balamir’e bu durumu soranlara da şöyle yanıt veriyordu: Şimdi orospuluk nedir inanın bilemiyorum ama namahrem nedir ne değildir çok iyi öğrendim. Makam ve mevki için elin adamının elini sıkmak serbest ama saçını öz kardeşin görmesi namahremdir diye biliyorum. Bu yüzden benim için Şirketi Hayriye sanıldığı gibi sadece yandan çarklı vapurlarıyla ünlü ve sonunda hürriyetin simgelerinden biri olan tarihi bir işletme değil, cehaletin ve bize ait olmayan kültürlerin Türk aile yapısına din diye itelenmesinin vücut bulmuş halidir.

Balamir tüm bu yaşananlardan sonra hayatına tek bir amaç için devam eti. Siyaset bahanesiyle insanların inançlarını çıkarına göre şekillendiren ve absürtlükleri normalleştirenlerin güç kaynağına dönüşen cehalet ile savaşmaya adamıştı. Savaştı ama halen daha hangi cephede? Belli değil. Bir rivayete göre başta siyasetçiler olmak üzere devletin tüm mekanizmalarını denetleyebilen sistemleri geliştiriyormuş. Tabi rivayet bu…

Abisi ve yengesi de siyasetçilerin kayığında yolculuklarına devam ettiler.

Tüm bu olayların en yakın tanıklarından biri olarak ben de Balamir’i hatalı buluyorum. Saçının bir telini göstermemek için kapıyı üzerine kapatan yengesine öfkelenmek büyük bir hataydı. Abisi de üzerine yürüdüğünde hiç kaçmadan dayağını efendi gibi yeseydi boş yere mahallede sapık olarak anılmayacaktı. Evin reisi olmak kim sen kim be kerkenez? Hem, sana saçını göstermeyen istediği ile tokalaşır. Sa-na-ne? Yapacak bir şey yok tüm suç senin be çocuk. Kaderim buymuş diyerek ses etmeyecektin.

Neticede Omurga nedir? Kimlerde bulunur? gibi sorularla muhatap olacak yaşta olmadığın belliymiş be çocuk…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku