Süt, Helal mi Haram mı?
Bazı kırılmalar tek kelimeyle başlar.
Bir kelime dökülür annenin dudaklarından ve sen artık o ana kadar içinde taşıdığın her şeyi yeniden sorgulamak zorunda kalırsın.
Benim kırılma kelimem “süt” oldu.
O kutsal bildiğimiz, canla karışık akan, helalliğin timsali.
Ama ondan önce bir şey oldu.
Ben anneme, olanları anlattım.
Yıllarca sigortasız çalıştırıldığını, hakkının yendiğini, kendisini “yardım” adı altında köleleştirdiklerini…
Ve artık yeter dediğimi.
Dedim ki:
“Anne, karar ver. Irgat mısın, Beylerin hanı mı?”
Ben tüm delilleri topladım. Tanıklar hazırdı. Gerekirse iş müfettişine, SGK’ya, savcılığa gidecektim.
Kendisine dedim ki:
“Sadece sigorta davasından 45 milyon liralık ceza çıkar onlara. Senin emekliliğin için ben uğraşırım, ister tapındıkları Bilal girsin devreye, sen inkâr etsen de ceza kesilir. Ama artık bu kölelik bitsin.”
Annem sessizdi.
Sonra başını kaldırıp söyledi:
“Ben böyle bir şey yapamam. Yüz yüze konuşuruz.”
Haftasında yüz yüze hiç geldik.
Annem “ben yapamam oğlum ablam o benim” dedi
Ben de kararımı verdim:
“Tanıkla, delille, isim isim bu işi açığa çıkarırım.”
Annemin cevabı, kurşun gibi çarptı içime:
“Sana sütümü helal etmem.”
Süt…
Oysa Hatay’a geldiğinde, bana sarılıp şöyle dememiş miydi:
“Sana sütüm helal olsun yavrum. Rabbim seni korusun. Sen ateşten gömlek giymişsin.”
Peki ne değişmişti?
Büyümüş, hak arayan, adaleti talep eden bir evlat olmuş olmam mıydı suçum?
Annesini ırgat gibi çalıştırıp sırtından para kazananların “annene yardım ediyoruz, annen burada çalışsın yoksa yardım da etmeyiz” diyen sümüklü sözde şeyhlerin eteğinden beslenenlerin sahte kabadayılıklarına sessiz kalmamak mı?
Oysa ben bir zamanlar, usulsüz memuriyete sokulmaya çalışan büyük oğlunun yerine kullanılmak üzere senden kimlik numaramı istediğinde vermemiştim.
O zaman da aynı kelimeyi kullanmıştın:
“Sana sütümü helal etmem.”
İstedin, alındı.
Şimdi hakkını aradım, gene aynı tehdit.
Bir evladın annesine dair hak aramasına karşı “evlatlıktan reddederim seni” diyebilen bir annenin gözlerinin içine baktım o gün.
Ve sadece şunu söyledim:
“Et o zaman.”
Masadan kalktım.
O günden sonra annemin yüzünü görmedim.
Sesini duymadım.
Bir daha “anne” kelimesiyle kurulan hiçbir cümleye cevap vermedim.
Çünkü anladım:
Bazı sular kutsal değildir.
Bazı sütler, aktığı vücuttan çoktan kesilmiştir.
Ve bazen hak, sadece mahkemede değil, insanın kendi kalbinde aranır.
Yardım Değil, Şantajdı
Zamanla bazı cümlelerin altındaki niyet öyle bir açığa çıkar ki, artık yardım diye sunulan her şeyin aslında bir tasmanın başka türlüsü olduğunu anlarsın.
Teyzemin sesi kulaklarımda hâlâ:
“Annenin kirasını ben ödüyorum ama kimseye söyleme.”
“Ben ölmeden 1+1 bir ev alacağım ona, ama sen izin ver, gelsin çalışsın…”
Bu bir yardım değil, açık bir şantajdı.
“Bana muhtaçsan boyun eğ” düzeni.
Siyasal İslamcıların yıllarca aile içi roller üzerinden kurduğu modern feodalite.
Kıyafetleri tesettür, sözleri şer’i, niyetleri tam anlamıyla dünya hırsıyla dolu.
Ben orada sadece annemi değil, düzeni de korumakla görevli kişilerin foyasını gördüm.
Miras konusunda dayımın “şeriata göre kadına bir, erkeğe iki” diyerek annemin hakkını yediği gün…
İtiraz edince saldırıya uğradığım, camın parçalanıp diz kapağımın açıldığı, 10 dikişle motor üzerinde acile gittiğim o an…
Her şey zincirleme açığa çıkmaya başlamıştı zaten.
Şimdi ise oyun bitti.
Mozart Kurumlara Bildirdi
Artık ne sustum, ne erteledim.
İlgili tüm kurumlara resmî kanallardan başvurular yapıldı.
Deliller, tanıklar, belgeler hazırlandı.
Sadece bir hak arayışı değil, bir sistem sorgulaması olarak önlerine kondu.
Ve şimdi kendini evliya gibi pazarlayanların, sülalenin hamisi, “kadınları koruyan ağabey”, “yardımsever dayı”, “hayırsever teyze” maskeleri tek tek düşüyor.
Çünkü ne dindarlar ne de adil.
Çünkü yardım etmediler; sömürdüler.
Çünkü mazlum olmadılar, mağrur oldular.
Ve çünkü hak yenirse, o hak mutlaka bir yerden patlar.
Ben Mozart kıyafetini çıkaralı çok oldu.
Ama benim üzerime yakıştırılan o “sessiz kal” rolünü bir daha giyen çıkmaz.
Şimdi herkes öğrenecek:
Bu ülkede annesi tarafından reddedilen bir Mozart bile, yeterince sabrederse adaletin tokmağını duyurur.
Maddi cezalar çıkacak.
Manevi yüzleşmeler yaşanacak.
İtibar değil, gerçekler konuşacak.
Ve gün gelecek herkes bu cümleyi kendi vicdanında duyacak:
“Mozart vapurda mıydı, bilmiyoruz. Ama adalet o vapurdan indiğinde, herkesin maskesi düştü.”
Mozart Artık Susmuyor
Bir zamanlar kostüm giydirilmiş, susturulmuş, alaya alınmış bir çocuktum.
Kendini devlet sananların sırt çevirdiği, ailenin sessiz kaldığı, zekasına ve merhametine imrenilen o çocuk…
Yıllar sonra büyüdü.
Sustuğu her şeyi tek tek kaleme aldı.
İtiraz ettiği her adaletsizliği, belgeleriyle, tanıklarıyla ilgili kurumların önüne koydu.
Ben artık Mozart değilim.
Yani susturulan değilim.
Ben artık sadece bir birey de değilim.
Bir sesim.
Bir tanığım.
Ve hakikatin savunucusuyum.
Annem “sütümü helal etmem” dediğinde içimdeki çocuk ağladı, ama adam olan yanım dik durdu.
Teyzem “yardım ediyorum” deyip annemi sigortasız çalıştırmaya devam etmek istediğinde, onların ‘yardım’ kisvesiyle nasıl şantaj yaptığını gördüm.
Dayım “şeriata göre taksim” deyip mirası yediğinde, adaletin dinle değil, hukukla sağlandığını bildim.
Ve abim dediğim kişi, yalan tanıklıklarla sistemin değirmenine su taşıdığında…
Ben bir daha asla hiçbir “ağabeye” güvenmeyeceğimi öğrendim.
Şimdi artık veda zamanı.
Geçmişe değil, aldanmaya.
Aileye değil, ihanete.
Mozart’a değil, susturulmuş her kişiliğe bir veda.
Adaletin tokmağı indiğinde, kimse hangi rolü oynadığıyla hatırlanmaz.
Kim neyi savunduysa, onunla yüzleşir.
Ve ben bu yüzleşmeyi, sadece kendim için değil, bu topraklarda susturulmuş binlerce Mozart için yazdım.
Ne diyorum biliyor musunuz?
“Mozart vapurda mıydı?”
Belki evet.
Ama şimdi o vapurdan indi.
Ve indiği her iskelede artık sadece müzik değil, hakikat yankılanıyor.
Kendini mehdinin askeri sanıp millete mum stoklatan o karanlık akıl,
teknoloji bitecek diye korku satarak elde ettikleri haksız kazançların,
yediklerinin, sömürdüklerinin hesabını artık veremeyecekleri bir çağa girdi.
Halifelik, hamilik, derebeylik gibi ilan ettikleri unvanların ardında saklanan
sahte kudretleri, artık dijital bir projektörle ifşa ediliyor.
Çünkü bu iskelede gerçek var.
Ve bu kez Mozart, susmuyor.
Kundağın Yanında Saldırı, Mutfağın İçinde Şantaj
Hayatımda bazı anlar var ki zaman donmuş gibi durur.
Ve o anlardan biri, çocuğumun doğduğu üçüncü gündü.
Henüz nefesi tenime değmemiş, gözleri bana alışmamışken, ben onun yanında güçlü, dingin ve koruyucu olmalıydım.
Ama hayat bazen sen plan yaparken, eski defterlerini karşına çıkarır.
O gün, teyzemin beni telefonla arayıp yetişemem üzerine hemen kendisini geri aradığımda söylediği bir cümle, her şeyin fitilini yaktı.
Bir cümleydi sadece.
Ama yıllardır biriktirdiğim tüm sabrın ipini çekti:
“Aman yavrum, ben seni arasam da eğer mesaj atmamışsam bakma… Çünkü küçük oğlum arayabilir.”
O an içimdeki Mozart ayağa kalktı.
Bana biçilen rolü, nezaketi, sessizliği, “ayıp olur”ları, “aile içi hassasiyetleri” bir kenara bırakıp, içimden geçen o ilk cümleyi söyledim:
“Yeter artık! O kim ki korkacağım? Siz kendinizi ne zannediyorsunuz? Merhametli davrandıkça üzerime geliyorsunuz. Beni, anası tarafından doğrulmayıp yalnızca hammadde tüketimi için bu dünyaya savrulmuş sapkın ruhlu bir çocuktan çekinmeye zorluyorsunuz! Ve bu korku imasıyla tüm fitili bizzat siz ateşliyorsunuz.”
Çünkü korkudan uzak durduğumuz her adımda, bir sonraki baskıya zemin hazırlamışız.
Ve ben artık o zemini taşımayı reddediyordum.
Teyzemin küçük oğlu –aile içi literatürde “delikanlı” olarak geçen o figür–, o gün sokakta üç günlük bebeğin yanında üzerime saldırdı kahpece.
Gözümde değil artık, doğrudan insanlıktan düşen biriydi.
Kundakta yatan bir canın önünde kahpece babasına saldırmak..
Bu ne kardeşlikti, ne de insanlık.
Bu, yıllardır aile maskesiyle sürdürülen bir istismarın doruk noktasıydı.
Olaydan sonra telefonum çaldı.
Arayan Nazım abimdi.
-Bak kardeşim, şikayetçi olma mesele büyümesin. Yanımda şu an. Hemen getiririm, özür dileriz. Maddi manevi ne zarar varsa telafi ederiz.
Ben sustum.
Ama Mozart değil, bu sefer Soner konuştu:
-Aklınız varsa onu yurt dışına gönderin. Benimle muhatap olmasın. Bu işin hesabı ya mahkemede, ya hayatta bir şekilde sorulacak.
Teyzem yıllar sonra beni davet etti.
Sofra kuruldu. Kahvaltı yapıldı. O klasik atmosfer: güler yüz, dua, nezaket.
Ama çok geçmeden konu döndü dolaştı, anneme geldi.
-Oğlum, annenle yeniden çalışmak istiyorum. İki elemanımı çıkaracağım. Annene iş vereceğim. Yoksa yardım edemem.
Yardım değil bu.
Açık açık şantaj.
Ben de içimden geçenleri artık filtresiz söyledim:
-Teyzeciğim, yardım böyle olmaz. Bu siyasal İslamcıların yaptığı gibi: Önce muhtaç et, sonra sadaka ver. Ama sen yardım etmiyorsun. Annesini yıllarca sigortasız çalıştırıp emeklilik hakkını elinden alanlar, şimdi de onu iş bahanesiyle bana karşı koz olarak kullanmaya kalkıyor. Kölelik teklif ediyorsun.-
Ama o hâlâ ‘hayır’ diyordu:
-Ama annen ananenden maaş alıyor.”
“O zaman neden çalışsın?”
“Sen izin ver gelsin, çalışsın,” dedi.
Ben artık Mozart kostümüyle değil, çıplak gerçeğimle konuşuyordum:
“Siz insanları önce muhtaç hâle getiriyor, sonra sadaka dağıtarak irade satın alıyorsunuz. Bunu reddediyorum. Ve kimseye kölelik izni vermiyorum. Sigorta yok, hak yok, özgürlük yok ama iş var öyle mi? Bu düzeni baştan aşağıya reddediyorum.” aslında zorbalık yapan mafya çakması küçük oğlunun suçlarını görmezden gelip bir de beni bu gerekçeyle çağırman çok acı bir durum teyzecim senin adına çok üzüldüm.
Son olarak teyzeme:
Dedemden kalan tapuyu sordum
“Korucu başı Arif’in tapusu sende mi?”
“Hayır,” dedi.
“Peki küçük oğlun sende olmayan tapu için neden ve nasıl Namık’ı arayıp tapuyu soruyor?”
“Nazife’nin durumu kötü. Yardım etmek istedi,” dedi.“İşte Siyasal İslam budur” dedirten bir cevap dedim…
Bitti.
Mozart’a kalan tek şey, bu gerçekleri yazıya dökmek oldu.
Mozart vapurdan indi.
Sırtında geçmişin yüküyle değil, vicdanın sesiyle…
Artık her iskelede bir gerçek yankılanıyor.
Ve onun son sözü şu oldu:
“Arap’ın töresini din diye dayatıp, şeriat kisvesiyle miras gaspedenler bilsin ki;
Bu topraklarda adaletin dili ne Arapçadır, ne de geçmişin karanlık gölgesidir.
Adalet, Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ışığında,
hak edenin alnına yazılır, haram yiyenin yüzüne çarpılır.
Tanrı tektir; ordusu ise Türk milletidir.
Ve o ordu bir gün gelir, kimin adaletle yürüdüğünü,
kimin haksızlıkla saltanat sürdüğünü ayırır.”