Sihir & Bilim
Dünyada yaşamın var olduğu dönemlerden günümüze sihir ve bilimin mücadelesi ya da başka bir deyişle yaşama dahil olma yarışı hep olmuştur. Kimi zaman Da Vinci’nin resimlerinde ya da icatlarında simyanın kokusu olduğu, kimi zaman da lokman hekimin kayıp kitabında ve hatta yakılıp yıkılan kütüphanelerde bilgi yüklü hazinelerin efsaneleri üzerine konuşulmaya devam ediliyor.
Geçmişten günümüze kalıntıları üzerinde turistik seyahatlerin planlandığı birçok medeniyetin baş aktörleri de bilgiye erişimin hazzıyla bazen kendilerini tanrı, bazense tanrılardan kut alan ölümlü oldukları bilenlerden oldular. Belki de burada tanrıcılık oynamaktan daha da önemlisi ya da faydalısı bilgiyi aktarmaya çalışan kut almışlardan olmaktı. Kim bilir?
Benim buradaki tek derdim yazmak. Bilgi ve ışığın gücü adına yazmak…
Şizofrenlerin en belirgin özellikleri arasında sürekli izlendiklerini düşünmeleri gelir derler. Ne kadar doğru bilemem. Neticede psikiyatr ya da konunun uzmanı değilim ama bulduğum her şeyi okumaktan zevk alırım. Yani şizofrenlerin izlendiklerini düşündüğünü birçok farklı kaynaktan okuyarak teyit etmiştim. He bu arada teyit etmekten bahsetmişken, günümüzde dijital okur yazarlık oldukça popüler ve önemli bir konu. Analogdan yetişme istihbaratçılar kadar olmasa da bilginin doğruluğu konusunda iyi bir iz sürücüyüm diyebilirim. Hazır yeri gelmişken artık dijitalciler ve analogcular arasındaki bitmez tükenmez yarışın bir tarafı olmadığımı belirtmekte fayda var. Özellikle ifade etmeliyim ki, bu yarışta kısa süreliğine görünür olmamın tek nedeni “bir arkadaşa bakıp çıkmaktan öte bir şey değildi”
Girizgâh faslı bittiğine göre artık konumuza dönelim…
Bilgi Çağı
Bilgi çağı, teknoloji çağı, milenyum ya da yapay zekâ çağı. Adına ne derseniz deyin ama Konstantinopolis fethedilip çağ açıldıktan sonra son bilinen isimsiz çağ aniden Konstantinopolis İstanbul ismi verildikten sonra tamamen kapanmış oldu. O tarihten sonra çağlara verilen tüm isimler hep teknoloji ve yeniliğe endeksli halde devam ediyor. Aksini iddia eden olabilir ama gerçek değişmez. Tıpkı günümüzde kut almışlarla kendini tanrı sananların mücadelesindeki bilgi ve sihrin kaçınılmaz gerçekliği gibi.
Günümüzde yani 2024 yılında uydulardan yansıyan haberleşme teknolojileri sayesinde uzağın yakın olduğu bir çağın içinde olduğumuzu kimse inkâr edemez. Bu durumda telefonun akıllı olduğuna ya da telefonun sahibi olunup olunmadığına bakılmaksızın, teknolojinin mesafesinde olan herkes izlenebilir. Başka bir deyişle “teknoloji sayesinde herkes şizofren gibi izlendiğini düşünebilir” Tabi düşünmek ayrı gerçeklikte tecrübe etmek ayrı bir durum. Şayet sevdiklerine sesli bir mesaj, görüntülü bir anı veya buluşma noktasına ulaşmak için bir konumu paylaşmak bir tuş ya da sesli komutla iletmişsen korkma. Artık sende teknoloji sayesinde şizofren oldun demektir. Hele bir de adım sayar uygulamalarla deli gibi kalori yaktın diye sevindiysen geçmiş olsun de geç…
Bu arada teknoloji etkinliklerinde boy gösteren sözde duayenler veya kamunun teknolojik imkanlarıyla caka satan ahmaklardan hiç hoşlanmam. Zaten bunu da en iyi onlar bilirler. Hatta, yedikleri hurmaların tırmaladıkları götleri de üç buçuk atar beni görünce. Nedenini en iyi onlar bilir ama okurların “sen de kimsin?” sorusuna yanıt vermek için umarım fazla geç kalmamışımdır. Efendim ben deniz teknolojinin efendisi, kötü niyetli programların korkulu rüyası ve kendini tanrı sanan teknoloji üreticilerinin vazgeçilmezi Mika’yım. Sahip olduğum sayısız bitcoinler olmadan önce de parayla işim pek yoktu, yine yok. Hatta kut almışların ve dijital tanrıların Mika’yı tanımlamak için aralarında konuştukları gibi “bu adamın çok kötü bir huyu var! Nedir? Adamın parayla işi yok.” Söylemleri de çok hoşuma gider. Evet okurların benimle alakalı merakı da giderdiğime göre devam edelim…
Ulus devletlerin ele geçirilmiş hükümet yetkilileri sayesinde son biat göstergesini trajikomik pandemi masalıyla görmüş olan tek devlet sevdalıları için parayla adam satın almak çok basit. Paranın geçmediği insanlar içinse güzel kadınlar, yakışıklı erkekler, eğlenceler gibi zaafları kullanmakta bazen bir arkadaşlık uygulaması bazen de analog oyuncuların sahadaki yeteneklerini kullanmak onlar için oldukça kolay. Onlar için kısaca “tek devlet sevdalıları” da diyebiliriz.
Hele bir de deneysel alan olarak kullanabilecekleri bir ülke bulmak hiç de zor değil. Şayet zor olsaydı şu anda denetimsiz olarak kullanıma açılan nice şirin görünümlü teknolojiyle her bir bireyin avatarı olmamış olurdu.
Uzaya gitmeyi kimileri saçma ya da gidişin turistik seyahatle övünenlerin şuursuz tezahüratları ne anlama geliyor bir bilseniz? Belki de “kafayı taşlara vurmak” olarak bilinen deyiminin gerçek zamanlı tecrübesini yaşamış olurdunuz. Uzay çalışmaları sayesinde mikro dalga fırından LCD ekranlara kadar daha birçok yeniliğin hayatımızda aktif olarak kullanıldığını neredeyse artık herkes biliyor. Biraz daha derin bilgiye sahip olanlar ise çevrimiçi olunan tüm anlara ait verilerin işlendiğini ve anlamlı hale getirilip kullanılarak toplumların algılarının kolaylıkla yönetilebildiğini bilir ve yerli-yersiz bir övünç ile gururlanırlar.
İşte burada analog ve dijital kurmay zekalar devreye girer ve yapay zekanın fişinin ya da şalterinin nasıl olsa insanın elinde olduğunu hatırlatır. Tabi bu insanın hangi insan ve ne zaman insan olduğuyla alakalı bir dizi felsefi tartışmayı da beraberinde getirir. Biz şimdi bu derin felsefi tartışmaları bir kenara bırakıp gerçekliğimizde nelerin olup bittiğine bakalım.
Öncelikle bildiğiniz yerli ya da milli teknoloji denilen tüm kavramları bir süreliğine derin dondurucuya atın ve yazının sonuna kadar da çıkarmayın. Çıkardıktan sonra ne yapacağınıza karar verirsiniz ama şimdilik lütfen yemeyin ve derin dondurucuya atın tüm bildiklerinizi.
Çeşit çeşit uydu var ve her bir uydunun farklı amaçlar için kodlanmış programlar için bazen bir durak bazen de yansıtıcı olduğunu biliyoruz. Örneğin GPS olarak ve neredeyse herkesin kullandığı bu konumlama teknolojisi sayesinde navigasyon aracılığıyla yol tarifine giderken ekrana gelen “halen daha kaza var mı?” gibi soruları soran ve yanıt vermeniz için ekranda görünen butona basmanızı sağlayan da yine bu GPS teknolojisi. Bu teknoloji NATO standartlarındadır ve dünyadaki tüm toplumların kullanımına açıktır. Yani halka açık bir teknolojidir. Bu arada teknoloji üreticisi tarafından dokunmatik ekranlar sayesinde parmak izi de kolaylıkla elde edilebiliyor. Yani bu ehliyet alırken verilen parmak izinin ta kendisidir. Hani olur da başkasına ait bir hat veya başkası adına fatura edilmiş bir akıllı telefon kullanan varsa, devletler için o telefonu kimin kullandığını tespit etmek hiç de zor değil. He devletin hangi birimi hangi koridoru bu yeteneğe sahip, ben bilmem ama durum bu.
Mesela ekranların birçoğu karşısında izleyen ya da ekrandan yansıyan tüm görüntüleri kaydetme yeteneğine sahip. Bu görüntüler bazen simülasyon bazense görüntü kalitesi yüksek kayıtlar şeklinde olabilir. Mesela ben teknoloji kurumunda yetkili olsam, ithal edilen ekranların tamamının kullanma kılavuzunda “dikkat ekran karşısında sevişmek geleceğiniz açısından risklidir” gibi bir uyarı eklenmesini zorunlu kılardım.
Neyse ki yaşadığım ülkede bu tip riskler yok denecek kadar az. Neticede bu yazıyı çevrimiçi olmayan nostaljik bir daktiloyla yazıyorum ve gökyüzüne baktığımda başta Starlink olmak üzere yakın ya da uzak hiçbir uyduyla etkileşim halinde değilim. Düşünsenize, gökyüzüne baktığınızda bir dizi halinde geçen Starlink uydularının olduğunu? Elektrikli ya da interneti kendinden olan yeni nesil araçların bu uydular veya diğer uydularla anlık veri akışı içerisinde olması beni hiç ırgalayan bir durum değil. Ülkemin siyasetçilerinin bu tip teknolojilerle seyahat ederken, uyurken ve hatta osururken bile izlenmesi mümkün değil. Şayet böyle bir durum olsaydı o ülke zaten ele geçirilmiş, yabancılar tarafından kontrol ediliyor olurdu. Hele hele devletin koridorlarından irili ufaklı bilgi alıp kendine güvenen gençleri manipüle etmekten geri durmayan, piposuyla Holmes’u andıran ihtiyarlara yaşadığım yerde denk gelmek ne mümkün?
Sürekli izlenen siyasetçiler ve aile bireylerinin de en yeni en popüler teknoloji markalarına sahip olmakla övünürken kendi geleceğinin ötesinde vekili oldukları milletin geleceğiyle birlikte ruhlarını satmalarını kaç kişi kabullenebilir ki? Keşke herkesin parayla olan ilişkisi Mika’nın parayla olan ilişkisi gibi olsaydı diyorum bazen. Hani derler ya para amaç değil araçtır. Ama ihtiyaçtır… İhtiyaç olduğu kadar dersek bu sefer de benim ihtiyacım fazla kardeşim diyerek haksız kazancı kendine hak görenlerin sesi artabilir ve ben bu durumla yüzgöz olmak da istemem. Zaten bu yüzden çevrimdışı yaşıyorum.
Kehanet mi? Öngörü mü? Sihir mi? Bilgi mi?
Her bir ülke yapay zekâ teknolojileriyle insana dayalı hata ve kusurları önlemek ve başta zaman olmak üzere birçok konuda tasarruf etmeye kararlı görünüyor. Sudi Arabistan’ın bile robot şehir için yatırım yaptığını ve daha şimdiden insansı robotlarla evlilik, cariyelik gibi kavramlar üzerine yasal düzenlemeler için çalıştığı sağır sultanın bile malumu. Yeni nesil savaş uçakları özelinde konuşulan insansız ve otonom uçakların yanı sıra henüz envanterlerde görünmeyen yüksek mühimmat taşıma kapasitesine sahip silahlı robotların dans ettiği videolar sosyal mecralarda en çok paylaşılan içerikler arasında. Klonlanma teknolojilerini konuşunca “Hollywood ya da Netflix filmlerini çok izliyorsun” gibi alaya alınmak da bu işin doğası gereği olağan sayılabilir elbette. Olağan dışı durumların başında kimilerinin Göz, Varlık ya da sadece Yapay Zekâ olarak adlandırdığı ve insanın dahi nesne olarak görüldüğü ve nesnelerin internetle buluştuğu kavşağın tüm akışını ve denetimini elinde tutma yarışı iyiden iyiye kızışmış durumda.
Yani, görüntü işleme yeteneğinden tutun veri girişine kadar her şeye müdahale edilebilir. Üstelik bu müdahaleyi yapan için “yapay zekâ, virüs, zararlı yazılım” gibi tabirler kullanılarak suç tamamen yapay zekaya atılabilir. Daha somut bir örnek vermek gerekirse, terörist bir gruba ait siber saldırganlar nükleer bir tesisi hackleyip patlamaya neden olabilir, otonom bir savaş uçağının bağlı olduğu uydular ele geçirilip istenmeyen bir yerle savaş durumu başlatılabilir. Bu örnekler çoğaltılabilir ama neyse ki ben bu durumların yaşanmasının mümkün olmadığı çevrimdışı bir hayat sürüyorum. Şimdilik beni ilgilendiren bir durum yok umarım kut almış birileri çıkar ve çevrimiçi yaşayan toplumlara zarar gelmesinin önüne geçerler.
Göz denilen ve her şeyi görme iddiasındaki teknolojiye kimlerin sahip olduğundan daha çok, kimlerin kodladığı sanırım daha önemli. Daha da önemlisi bilgiyi dağıtmak üzere yola çıktıklarınızın elde ettikleri yüzükleri gururla takıyor olmaları ve belki de yüzüğün hakkını vermeleri olsa gerek. Dijital tanrıcılığa meraklı olanların gözün yeteneklerine sahip olmak için verdikleri kıyasıya mücadelede son sözü bakalım kim söyleyecek?
Bu arada ufak bir hatırlatma “derin dondurucuya attıklarınızla ne yapmak isterseniz şimdi yapabilirsiniz”