Alice, zamanında tavşan deliğini keşfedip harikalar diyarına geçivermişti. Ben de benzer bir tavşan deliğiyle kısa zamanda çok güzel bir evrene adeta kapı aralamıştım. Şimdi o kapı kapandı. Ya da kapatıldı. Çünkü kapanmasına hükmedilmiş. Adaletin kestiği parmak acımaz misali kabullenmekten başka bir seçenek yok tabi. Ya da “isyan eden köprü altı şarapçılar derneğine hoş geldiniz” pankartı altında toplanan kalabalığa eşlik edenlerden de olunabilir.

Neyse artık…
Son geçişimde bana yol gösteren tavşanımın da boynu bükük kaldı diye kendi kendime dövünüp dururken meğer o halinden çok memnunmuş. Neticede bana bağlılık yemini etmemişti ve bu nedenle bana karşı bir yükümlülüğü yoktu.
Ayrıca el ele tutuşup sarmaş dolaş yürüdüğümüz aşk kokulu perime erişim engeli getiren de perinin ta kendisiydi. Perim derken artık oldu sadece peri. Yetmedi bir de neymiş efendim El ele tutuşup sarmaş dolaş yürüdüğümüz o aşk kokulu perime erişim engeli getiren de yine perinin ta kendisiydi. “Ben sana peşimden gel dedim mi? Demedim yoo!” diyerek hem kendini akladı hem de beni özgür bıraktı.
Nereden baksan saçmalıklarla dolu bir hikâyeydi. Zaten tamamen hayal ürünüydü: Tavşan deliği varmış, paralel evrene kapı açılmış, orada bir periyle aşk yaşanmış… Ya da aşk yaşamadan, sarılıp koklaşıp günübirlik bir yaz tatili gibi biraz kuma gömülüp, sonra herkes evine dönmüş — evi olmayan da sıçan deliğine.
Gerçi, tavşan beni delikten çıkarmadan evvel kulağıma “Zaman ne getirir bilinmez” diye fısıldamıştı. Fakat o kadar kısık sesle söyledi ki… Dönüşümü istemeyen, ama geçici olarak erişim izni veren perinin ruhuna mı uydu, yoksa fıs fısçıların kol gezdiği zamanlara mı denk geldik bilemem.
Haksızlık da diyemezsin. Kimse kimseye söz vermedi, yükümlülük yüklemedi.
Taahhüt demişken… Lilith ile Eve arasında kaldığına inanılan Adam’ın kaderine bak. Tüm insanlık, sanmak üzerine yaşıyor sanki. Hayır amaç günün sonunda kovulduğumuz cennete girmek mi? Yoksa konusuyla, sohbetiyle, muhabbetiyle ve varlığıyla bir arada bulunduklarınla zaten cenneti yaşamak mı?
Perilerin iradeleri yoktur sadece yaratıcının tanımladığı görevi yerine getirirler. Hatta şahitlik ederler diye bilinen rivayetleri ne derece görmezden gelip kulaklar tıkanır bilemem ama ben daha önce onca kalabalığın arasında el ele tutuşup onun gözlerinde farklı an ve zamanlarda yaşamış bir delikanlı olarak “bu da gelir bu da geçer” veya “inceldiği yerden kopsun” diyecek pek bir halim de yok.
Bu arada Pericik beni görür görmez “işte dünyayı değiştirebileceğim Adam” demişti ve ben de onun peri kılığına bürünmüş cennetten kovulabilme potansiyeli olan o meşhur ruh olduğunu sanmıştım. Sanmıştım diyorum çünkü Adam ve sonraki tüm nesilleri sanmak üzerine yaşamış gibi değil mi?
“Bir gün, perinin önceki görevi… pardon, aşk hikayesi—ya da ne fark eder, önceki hayatında yaşadıkları sırasında—yalnız kaldığı, gökten düşecek bir yıldız parçası ya da beyaz atlı bir prens beklemediği; bunu sadece, onun gözlerinden yüreğine süzülen gözyaşlarında boğulmadan yüzebilenler görebilir, bilebilirdi. Ne var ki, peri olmasından ötürü kendi başına karar alması pek mümkün değildi.
Ve belki de tam da bu yüzden, kendi adına alınması gereken bir karar anında yaşadığı hayal kırıklığı, nedense, bana karşı olan yaklaşımını da derinden etkiledi. Neden bu kadar etkilendi, ben neden bu kadar etkilendim… doğrusu hâlâ tam anlayabilmiş değilim.”
Bence kapının kapanmış olması ve perinin uzaklaşma isteği tamamen bu durumla ilgiliydi. Adam da, cennetten kovulan peri de, özgür iradesi kendisine verilmiş olanlardandı. Başka bir deyişle, yemin bozanlarla ıslak topraklılar zaman çarkında denk geldiler… ve kendilerine gelmek için bir fırsat yakaladılar.
Bu arada, en kıymetli şeylerden biri olan zaman… işte bu satırlarla geçirdiğim bu zamanın tek motivasyonu da yine bizim peri. Son görüşmemizde öyle bir öksürmüştü ki, içim parçalandı. O öksürdü, ben acıdım.
Yani düşün: ne garip hikâye… Peri öksürecek, senin canın yanacak; gözlerinde ‘Tut elimden, bırakma’ dediğini göreceksin… ama bir yandan da sen ona ‘Gitme, kal’ diyeceksin; ve sarılmadan, sadece kelimelerle kalmasını isteyeceksin. Nerede kaldığının önemi olmayacak; ister kaldırımda, ister bir bankta… Gitsin işte. Ne saçma hikâye değil mi?”
Arkadaş, bir hikâye yazalım diye dua ettik, duamız kabul oldu… derken roman yazarı olup çıkacağız bu gidişle.
Üstelik kimsenin okumayıp yüzüne bakmayacağı bir kitap olacağını bile bile.
Ya da… inana inana yazmak da ne bileyim, epey garip bir durum olsa gerek.
Peri hiç öksürür mü?
Öksürdüğüne göre olsa olsa insandır.
Yoksa… yoksa bizim peri, periyken görevini icra etti de şimdi insan olmaya mı mahkûm edildi?
Aman neyse ne…
Bu hikâye nereye varır bilemem ama okunup okunmayacağını umursamadan yazdım işte.
Mario’nun dediği gibi:
“Etrafında olanları görebiliyorsan yazarsın. Biraz kafanızı kaldırıp bakmanız yeterli. Zaten sonra görmeye başlayacak ve satırlar arasında dans edeceksin belki de.”
Bir de aklımda gezinen sincabın açtığı oluk oluk tünelde yankılanan laflara kulak vermeyi unutmayalım:

“Gitme kal, kalırsan gitmezsin. Ve yeniden başlamak gerekebilir.
Defalarca sıfırlandık…Yine de yetmedi mi sonu hep bencillik kokan bu sokaklar, bu dehlizler, hatta bu solucan ve tavşan delikleri?
Sahi nedir sevgi, aşk, ihtiras gibi nice insani şeyler?
Nedir yani biri açıklasın…
İlla açıklamalara mashar olabilmek için ölmek mi lazım?
Ah… yine perimin öğrettiği o müthiş gerçek:
“Lazım deme, gereğini yap”
misali… boş konuşma, icraate geç ve gerekeni temin et.
Dövünme yani, söylenme… yap.”
Kapıları açan da kapayan da belli olduğuna göre,
şimdi dünya işlerine kaldığımız yerden devam edelim. Aksi halde “Arap Sevenler Derneği” kurucu genel başkanın liderliğinde “Tavşan Delikleri Federasyonu veya Taahhütsüz Aşklar Cemiyeti” üyeleri beni topa tutabilir.
Evet haydi bakalım:
Evli evine, köylü köyüne…
Evi olmayan sıçan deliğine.