Gizli Menüler/Açık Tehditler

Bu tabloyu okurken aklımıza Hakan Fidan’ın Ülke TV’de yaptığı son açıklamalar geliyor. MİT’in eski başkanı olarak, bölgesel dengelere dair sahip olduğu derin perspektif, YPG üzerinden yürütülen stratejik aparatlaşmayı açıkça tarif ediyordu. Fidan, sahada kullanılan unsurların artık yalnızca askeri değil, dijital bir “veri savaşı”nın da parçası olduğunu ima etti. Zira günümüzde istihbarat, yalnızca saha ajanlarıyla değil, sızdırılmış veriler, algoritmalar ve manipüle edilmiş ağlarla yürütülüyor. YPG gibi yapılanmalar da bu ekosistemde birer araç — birer vekil oyuncu.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Uyarıları Işığında Siber Güvenliğin Yeni Cephesi
Siber casusluk, eskiden devletlerin gizli servislerinin uzmanlık alanıydı; bugün ise yasadışı veri pazarları, bu mekanizmanın “serbest piyasası” haline geldi. Karaborsadaki “VIP Sorgu” sistemleri, kimlikten öteye geçerek insanların sağlık geçmişini, mali hareketlerini, seyahat rotalarını, hatta baz istasyonu verileriyle adım adım nerede olduklarını ifşa edebiliyor. Bu bilgiler, bir ülkenin en güçlü istihbarat analiz merkezinde bile yıllar süren çalışmalardan sonra oluşturulabilecek veri haritalarını dakikalar içinde erişilebilir kılıyor. Yani sızdırılan bir veri, bugün bir ülkenin “operasyonel hedefleme” aracına dönüşebiliyor. İşte bu noktada, Hakan Fidan’ın “bölgesel unsurların aparatlaşması” vurgusu, sadece askeri bir uyarı değil; dijital egemenliğe dair bir alarm niteliği taşıyor.
YPG ya da benzeri yapılar üzerinden yürütülen hibrit savaş stratejilerinin bir ayağı da bilgi manipülasyonu ve siber terör. Düşünelim: eğer bir ülkenin sağlık verileri, mali hareketleri, kimlik bilgileri, iletişim kayıtları ve konum geçmişleri bir araya getirilirse, hedefli bir iç karışıklık senaryosu üretmek son derece kolaylaşır. Kimin hangi konuda zayıf olduğu, hangi mahallede toplumsal tepki üretilebileceği, hangi medya içeriğiyle hangi kitle manipüle edileceği anında hesaplanabilir. Bu, klasik istihbaratın ötesinde bir dijital psikolojik harp modelidir.

Hakan Fidan’ın stratejik uyarısı da tam burada anlam kazanıyor. Çünkü bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehdit, “bilgi üstünlüğü”nü yitirme riski. Eğer vatandaş verisini koruyamayan, kurumlar arası koordinasyon zayıf bir yapı oluşursa, dış güçlerin eline koz geçer. O noktada sahadaki herhangi bir YPG ya da başka yapı, “bakın, biz sizden bilgi almadık; siz zaten verinizi kendiniz sızdırmışsınız” diyerek uluslararası meşruiyet alanı yaratır. Bu söylem, Türkiye’yi yalnızlaştırma ve psikolojik üstünlük kurma stratejisinin dijital ayağıdır.
Siber güvenlik, artık yalnızca bilişimcilerin konusu değil; dış politikanın, diplomasinin ve hatta toplumsal direncin tam merkezindedir. Devletin itibarı, vatandaşın verisiyle doğrudan bağlantılı hale gelmiştir. Çünkü veri kaybı, sadece kimlik hırsızlığı değil; ulusal kimlik erozyonudur. Bireylerin mahremiyeti ile devletin güvenliği arasındaki bağ, bugün hiç olmadığı kadar organik. Bu yüzden çözüm, sadece teknik önlemde değil; stratejik farkındalıkta, hukuki düzenlemede ve toplumsal bilinçte yatıyor.
Bugün “VIP Sorgular”ın kara menülerinde satılan her bilgi, aslında Türkiye’nin gelecekteki istikrarına atılmış bir siber tohumdur. O tohumun yeşermemesi için hem kamu hem vatandaş el birliğiyle hareket etmeli. Çünkü bu çağda artık savaşlar toprağın üzerinde değil; verinin içinde, ekranın ardında kazanılıyor. Ve bu mücadelede Türkiye’nin en büyük avantajı, hâlâ yerli zekâsı, disiplinli istihbarat hafızası ve siber vatan bilincidir.
Bu arada dikkat çekmek istediğim bir diğer konu da, Hakan Fidan’ın, müstakil bir siber güvenlik teşkilatının hükümet gündemine getirildiğini kamuoyuna ilk duyuran isimlerden biri olduğu biliniyor; bu söylem, geçmişte başkanlığını yürüttüğü kurumun (MİT) siber yeteneklerine dair derin bir farkındalık taşıdığını ve konuyu devlet aklının merkezine oturtma iradesinin varlığını gösteriyor. Fidan’ın MİT mensuplarını “ülkesi için bir derviş gibi, isminin bilinmemesini kabul ederek” çalışmakla tanımlaması, kurum içi disiplin, fedakârlık ve sivil-milli reflekslerin altını çizen bir metafor olarak dikkat çekiyor; bu yaklaşım, siber alandaki kabiliyetlerin stratejik ciddiyetini daha iyi okumamıza yardımcı oluyor.
Bu bağlamda vatan içinde çıkabilecek iç karışıklık senaryolarına ve komşu coğrafyalardan kaynaklanabilecek, etkileri majör olabilecek tüm opsiyonlara — ister doğrudan siber saldırılar, ister ele geçirilmiş verilerin konvansiyonel terör eylemlerine dönüştürülmesi — karşı dikkat ve hazırlık şart.
Ayrıca güçlü siber stratejik hedefleri bulunan Türk gençliğinin hiçbir mahalleye bağlı “adamı” olmaksızın, bütün mahallenin ve ülkenin parçası olduğunu benimsemesi; teknik bilgi, siber okuryazarlık ve milli bilinçle donatılarak, devlet adamlığına ve vatan hizmetine uygun bilgi kaynaklarına erişimin sağlanması için hem Milli İstihbarat Akademisi’nin hem de Siber Güvenlik Başkanlığı’nın itici güç olduğunu düşünenlerdenim . Bu, sadece güvenlik politikası değil aynı zamanda toplumsal dayanıklılık ve geleceğe yatırım demektir.
Haliyle, sıklıkla — Sözcü TV, Ulusal Kanal, Flaş Haber, Akit TV, Feyman Medya, Olay Yeri ve daha nice ekranda soruluyor: “Türkiye’nin 8200’ü var mı?” Aslında bu soru bile bir bakıma umut verici; çünkü hangi mahalleden olursa olsun, herkes aynı şeyi merak ediyor — doğru bilgiye ulaşmak, siber vatanı savunmak ve farkında olmak. İşte bu yüzden diyorum ki, ben ne bir mahallenin adamıyım, ne de bir grubun sesi. Ben geçmişten geleceğe uzanan bir köprüyüm. Kodla tarihi, verilerle hafızayı, akılla vicdanı birbirine bağlamaya çalışan bir köprü. Çünkü bu vatan, sadece korumamız gereken bir toprak değil; aynı zamanda öğrenmemiz, anlamamız ve dijital çağda yeniden savunmamız gereken bir bilinçtir.
Milli İstihbarat Akademisi’nin 12 GÜN SAVAŞI VE TÜRKİYE İÇİN DERSLER isimli raporu ve GUSEYAD AKADEMİ’nin yaptığı analizlerde sıkça karşımıza çıkan “Unit 8200 örneğinin Türkiye’de bir karşılığı olup olmadığı merak ediliyor. Oysa yanıt, bazen tarihin satır aralarında gizlidir. Bizde o “karşılık” çoktan verilmiştir belki de… 1071. 8200’den yüzyıllar önceydi o tarih; sadece bir zaferin değil, istihbaratın, sezginin ve stratejinin Türk aklıyla birleştiği günün simgesiydi. Bugün siber istihbaratın doğası gereği görünürde bir “8200” yapısı olmaması şaşırtıcı değil — zira bizde, görünmeyen işler her zaman sessiz yürür. Bu sessizlik, bir zafiyet değil; devlet aklının en rafine biçimi, en derin katmanıdır. Ve belki de tam bu yüzden, Türkiye’nin siber zekâsı artık komuta odasında değil, her gencin ekranında, her vicdanlı uzmanın klavyesindedir.

Kazım Karabekir’den günümüze “Siber Güvenlik” dediğimizde, bazıları hâlâ “Hadi canım, Kurtuluş Savaşı zamanında siber güvenlik mi vardı, ne alaka?” diyor. Ben de her defasında gülerek şunu hatırlatıyorum: Harezmi algoritmayı keşfettiğinde de kimse “ne alaka” demedi; Cahit Arf, “Makineler düşünebilir mi?” diye sorduğunda da “hadi canım” diyen çıkmadı. O yüzden, biri bana “ne alaka” dediğinde ben de tebessümle “bana mı dediniz?” derim. Çünkü mesele teknoloji değil, zihniyet meselesi.
Ezcümle “Bizden önceki kuşak; hem Türk hem çağdaş olmaya çalışan belki de son kuşaktı. Biz, bilimsel bir yöntem ile geçmişimizden mutlaka kendimize bir gelecek üreteceğiz. Bu hem çağdaş olacak hem de Türk”