Mozart Vapurda mıydı?
Başlığa bakan biri ilk bakışta bir sanat yazısı bekleyebilir. Belki bir klasik müzik eleştirisi, belki de dönemsel bir mizah. Ama ben sizi satırların arasında, bu toprakların biraz tuzlu, biraz da karanlık sularına davet edeceğim.
Çünkü bu hikâyede Mozart, gerçekten bir vapurda. Hem de kostümüyle, tüm insanlara tebessüm etmesi beklenen bir figürken, aslında kendisine gülünüp geçilmesini sineye çekmiş bir karakter.
Anlatıcı olarak karşınızda ben varım. Bana bugün sorsanız, “Mozart’ın dublörü müsün?” derim. Sadece kostümünü değil, alaya alınmasını da sırtlamış biri olarak.
Yıl 2005. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin iştiraklerinde işe alımlar dönemin teamüllerine göre referansla yapılıyordu. Benim de referansım Nazım abimdi. Çımacı olmayı beklerken, birdenbire elime bir gişe memuru gömleği tutuşturuldu. Bu bir tesadüf değil, kaderin bana çizdiği ironik bir sahneydi.
Henüz 21 yaşındaydım. Başmemurluk seçimlerine aday olduğumda yaşımdan ötürü veto yedim. O dönemki şefler lise mezunu eski İDO çalışanlarıydı. Onlara bu detayı hatırlattığımda, Nazım abimin müdahalesiyle başmemurluk görevini devraldım. Otorite kurmam uzun sürmedi. İngilizce anons yapan, teknelere palamar makbuzu kesmeden yanaşmaya izin vermeyen, kuralları uygulayan biriydim. Doğal olarak hedefe oturdum.
Bir gün, saldırıya uğradım. Tek başımaydım. Hırpalandım. Tehdit edildim. Kuzenim “orası teröristlerin yeri, gitme. Üsküdar İskeleye geç boş ver zaten senim muhitin orası daha iyi olur” dediğinde bile dönmekten vazgeçmedim. Çünkü ben o an devletin onuru bendeymiş gibi hissettim. “Benim canım feda olsun” diyerek görevime geri döndüm.
Ve sonra… Mozart vapurdaydı.
Görev yerim altı ay sonra değişti, başka iskeleler, başka insanlar, başka savaşlar… Kimi zaman ahlaki olmayan talepleri reddettim, kimi zaman düzmece disiplin kurullarına kafa tuttum.
Ama bana bir teklif daha geldi: “Mozart olacaksın.” Kıyafeti giyecek, dönemin kostümleriyle bir kadının yanında duracak, gelen geçene sessizce gülümseyecektim. Kabul ettim. Ne için mi? Nazım abim için. Çünkü ben ona baba demiştim. Ama o beni birilerinin çıkarı uğruna satmıştı. Gerçek bu kadar sertti.
Ve sonra zaman aktı… Dava dosyaları, ihanetler, yalancı tanıklıklar, dayının mahkemede ettiği yeminler… Hepsi zihnimde döndü durdu. Ve sonunda şu farkındalığa vardım: Sadece Mozart’ın değil, Aziz Mahmut Hüdayi’nin de hikâyesi benimkine benziyordu. Kıyafet farklıydı, ama kader benzerdi.
Ben “ecel her zaman erken gelir” diyenlerden olmadım. Bilakis “3 yaşımda zaten ölmüştüm” diyerek “haksızlık karşısında sessiz kalan şerefini yitirir” düsturunu bilerek yaşadım. Ama bazı hesaplar gecikirse adaletin rüzgârı çok daha sert eser. Yıllar sonra kendi ailemde, 3 günlük çocuğumun yanında gelen saldırılarla, geçmişin gölgeleri tekrar üzerime çöktü. Bu sefer sustum. Sustum ama unutmadım.
Çünkü ben toz çıkarmam. Ama birileri bokun kokusunu üzerime sürmeye kalkarsa… Tozu dumana katmasını da iyi bilirim.
Gişe Memuru Ceketli İsyan
Başlangıçta çımacı olacaktım. Denizin kenarında, halatın ucunda, o kalın sesli “tamam abi, çektik” diyerek çalışan adamlardan biri. Ama sistem beni, gişe memuru gömleğiyle tanıştırdı. Masum bir görev gibi görünüyordu ama kısa sürede anladım: burada gömlek sadece kıyafet değil, hiyerarşinin üniformasıydı.
Gömleği üzerime geçirdiğimde bana hiçbir eğitim verilmedi. Oryantasyon yok, hak yok, görev tanımı bile tam değil. Ama kural vardı. Bir de “sistem” vardı. Ben ve ekibim iki vardiya hâlinde göreve başladık. Gençtik, enerjiktik, her birimiz kendimizi kurumsal bir yapının parçası sanıyorduk. Ne büyük yanılgı.
İlk görev yerim Büyükada İskelesi’ydi. O büyülü sahil, yazlıkçıların kalabalığı, esnafın raconu, zabıtanın gölgesi… Orada, ilk İngilizce anonsu ben yapmıştım. Çımacı ekibi için basit İngilizce metin hazırladım, yazdım, ezberlettim. Görevimizi ciddiye alıyorduk.
Ama asıl mesele, kuralcı oluşumdu.
Her tekneden palamar makbuzu isterdim. “Biz buraya 40 yıldır yanaşıyoruz” diyenlere, “40 yıldır yanlış yapıyorsunuz o zaman” cevabını verecek kadar dümdüzdüm. Yük taşıyanlara ekstra bilet keserdim. O kadar net, o kadar sıkıydım. Haliyle beni sevmemeye başladılar.
Ama mesele sevip sevmemek değildi. Mesele, kuralsızlığa direnişin kişisel bedeliydi. Ve o bedel öyle bir gün geldi ki… Yalnızken saldırıya uğradım. Üç kişi mi beş kişi mi bilmem ama bana iyi bir ders vermek istemişlerdi. Veremediler.
Olaydan sonra beni Üsküdar’a alacaklarını öğrendim. Referansım olan kuzenimi arayıp “ben burada kalacağım” dedim. O da “Oğlum, oradaki ekip PKK’lı mafya, bunlarla uğraşılmaz. Hayati riskin var, anlamıyor musun?” dedi. Belki anlamıyordum ama hissettiğim çok netti:
“Abicim, beni alırsanız bu terör örgütüne karşı devlet geri adım atmış olur. Mesele benim canımsa, devletime feda olsun.”
Benim için “devlet” romantik bir kudretti. Kuzenim içinse tanıdıklar, koltuklar, telefon zincirleri.
Ama işe yaramıştı. Geri döndüm. Büyükada iskelesine. Dönmek yalnızca görevime değil, kendime dönmek gibiydi. Sustum ama geri çekilmedim. Yenildim ama teslim olmadım.
Bir süre sonra Kadıköy-Beşiktaş hattına geçtim. Burada başka bir dinamik vardı. Başmemur kadın, güçlü, baskın. Ama yine aynı hesaplar, aynı oyunlar.
Bir buluşmamızda bana doğrudan “Şu şu kişilerden hoşlanmıyorum, bunları işten attır” dedi. Gözümde tarttım: “Ben 250 gramlık bir adam mıyım da böyle şeyleri kaldırayım?” dedim. Cevabıma bozuldu. Ben de ilişiğimi kestim.
Ve sonra… yine bir vapur, yine bir olay.
Başmemurluk odasında bir yolcuyla konuşuyordum. Kaptan geldi. Ağzını açtı, küfürler yağdırdı. Ben de ardından gittim, “Sen ne biçim küfrediyorsun” dedim. Vapurun tüm mürettebatı üzerime çullandı. Saldırdılar. Sözlü değil, fiziksel.
İskeledeki görevliler beni yalnız bırakmadı ama tüm sorumluluk bendeydi. Arkamdan “hadi bakalım, konuş şimdi” bakışlarıyla. Olay patladı. Beni ve çalışanları pazarlama müdürü Mustafa Öztürk mahkeme gibi kurulan bir toplantıya çağırdı. “Özür dile” dedi. Dilemedim.
“Sizin bu korsan mahkemenizi yerle bir ederim,” dedim.
İşte o cümleyle, kariyer sayfamın altına kalın bir çizgi çekildi.
Çıkışım verildi. Ama sadece işten değil, bir “düzen”den de atıldım aslında. Ve o düzen, bana başka bir rol biçmişti:
Mozart.
Mozart’ın Kıyafeti
İnsan bazen bir kostümü giydiğinde değil, ona layık görülüp giydirildiğinde düşer. Bu hikâyede ben o kostümü isteyerek değil, “birilerine görünür” olmak için değil, sadece birine olan bağlılığım yüzünden giydim.
Kostümün adı: Mozart.
Mekân: Vapur.
Zaman: Yılların ihmal, istismar ve çıkarla örüldüğü bir memuriyetin hemen ertesi.
İşimden kovulduktan sonra Nazım abim beni aradı. Sesi sakin, planlıydı. “Senin için başka planlarım var,” dedi.
Ne kadar da tanıdık bir cümleydi.
Bu sefer plan: “Mozart Vapurda” adlı bir tanıtım projesiydi.
Ben, 1700’lerin kıyafeti içinde vapur yolcularına el sallayacak, yanımda da dönem kostümlü bir kadın manken olacaktı.
Dedim ya, kostüm bazen insanı kahraman yapmaz; maskara da yapar.
Ama ben, “o benim abim” diyerek kabul ettim. Çünkü baba varken baba olamayan, amca olup hiç koruyamayan, dayı olup sırt dönen bir ortamda, “abim” diyen bir ses, insanın içini ısıtıyordu.
Oysa bilmiyordum. Mozart Vapur Projesi’nin lansmanı, bir zamanlar tartıştığım o kaptanın vapurunda yapılacaktı.
O kaptan, o mürettebat, o alaycı bakışlar, o “bak nasıl da rezil ettik seni” tavırları…
Hepsi oradaydı.
Ve ben, Mozart kıyafeti içinde, bir mankenin yanında dimdik duruyordum.
Gülüyorlardı.
Kendi içlerinde, kendi çürümüş mizah anlayışlarıyla.
Ama ben Aziz Mahmut Hüdayi’nin kıssasını hatırladım.
Hani zamanında eline leğen verilip “şehre in, halkın ayaklarını yıka” denmişti ya… Ya da Kadı üniformasıyla yoğurt satma hikayesi…
Benim elimde Mozart’ın peruğu, sırtımda redingotu, kalbimde birilerinin beni terk etmişliğinin sancısı vardı.
Kıç tarafına geçerdim vapurun, sessizce ağlar, gözyaşımı kurutup yine yerime geçerdim.
Alaya alınmaya değil, görevime döner gibi…
O gün anladım ki, kostüm bazen semboldür; bazen de mahkûmiyet.
Ben Mozart gibi besteci değildim belki ama, hayatın bana çaldığı parçayı en az onun kadar iyi ezberlemiştim.
Duruşma Salonunda Süt Kokusu
Mahkemeler adaletin terazisi değil, bazen insanın yükünü daha da ağırlaştıran bir sahneye dönüşebiliyor. Hele ki tanıdık yüzler, tanımadığın maskelere bürünmüşse…
O gün, duruşma salonuna sadece hakkımı savunmak için değil, geçmişimi sorgulamak için de girdim. Ama asıl çöküş, içeriye “tanık” sıfatıyla alınan kişiyi gördüğümde yaşandı.
Nazım abimdi.
Beni büyüten, koruyan, “arkandayım” diyen.
Ama o gün arkamda değil, karşımdaki sandalyedeydi.
Tanık olmuştu. Ama tanıklığı reddedildi. Çünkü ne gördüğü vardı, ne bildiği.
Sadece talimatla konuşuyordu.
Mahkeme bunu anladı.
Asıl darbeyi ise dayım vurdu.
Eline yukarıya kaldırdı “Allah’ın, kitabın ve peygamberin üzerine yemin ederim” dedi.
Ve açık açık yalan söyledi.
“Ben yeğenime vurmadım.”
Oysa ben neyi hatırlıyordum?
Ananemden kalan evi, “şeriat gereği kadına bir, erkeğe iki” diyerek paylaşan dayımı…
Hakkımı sorduğumda, beni “işyerine gel, konuşalım” diye çağırdığını…
Ama konuşma değil, tuzak kurduğunu.
Beni arkadan yakalayıp yere vurup boğazımı sıktığını.
Ben Mozart gibi süzülmeye çalışırken, cama çarptığımı…
Ve o camın diz kapağımı yararak on dikişlik bir kesik açtığını…
Kanlar içinde kaldım.
Yalnızdım.
Acile, motorun üzerine tek başıma atlayıp gittim.
Ne bir telefon, ne bir destek…
Sadece acı ve utanç vardı üzerimde: Aile utancı.
Ve mahkeme salonunda o yeminli cümle yankılandığında, sinirden titriyordum.
Kendimi zor tuttum.
Başkan beni sandalyeye oturttu.
“Lütfen sakin olun,” dedi.
Su uzattı.
Ama ben boğuluyordum.
Yalana, ihanete, ihaneti örten suskunluğa.
Mahkeme çıkışında artık hiçbir şey tutamadı beni:
“Nazım! Seninle görüşeceğiz! Daha ne dosyalar açılacak!”
Adliyede duymayan kalmadı.
Ama işte, ben o dosyaları açmadım.
Sadece kapattım.
İletişimi, bağı, geçmişi…
Mozart vapurda II 👇👇👇