Kalabalık bir cadde, araçlar hızla kavşağı dönüyor ve trafik ışıklarına aldırmadan koşuşturan insanların oluşturduğu resim, kuş bakışı bakan martıların bile zihnini yoruyordu. Herkeste metropol yaşamının getirdiği bir telaş var. Kalabalığın içinde yalın ayak gezen çocuğu 3-5 kişiden başkası fark etmiyordu bile. Fark edenler, yalnızca farkında olmanın verdiği manevi tatmin ile ilgiliydiler. Hem zaten yalın ayak kalmış çocuğun, yalın ayak kalan hayalleri kimsenin algılayacağı türden hayaller değildi. Mesela ufaklık için uçmak hayal değildi ve bir çok defa uçmuştu. Hatta uzaydan dünyanın kendi etrafında döndüğünü bile görmüştü. Bir defasında çok güçlü ve adaletli bir komutanın ordusunda savaşmışlığı da vardı. Sonra ne olduysa yalın ayak kalmıştı. Şimdi de bırakın hayal kurmayı, gerçekliği bile ayırt edemiyordu.
Martıların, ufaklığın yanına konup haykırmaya başlamaları, metropol yolcularının dikkatini çekmiş olacak ki, çocuğun dilenmeyip kendi tasarladığı oyuncakları satmaya çalıştığını anca fark ettiler. Çocuğun önündeki tüm oyuncaklar bir anda tükenmişti. Çocuk bu duruma o kadarda sevinmemişti aslında. Hemen, dükkanını kapatmak üzere olan kunduracı Ani isimli ermeni kadının yanında aldı soluğu. Kadın yalın ayak çocuğu görür görmez – haydi bre kaç kere söyledim sana? Senin paran buradan ayakkabı almaya yetmez.! Haydi duygu sömürüsünü başkalarına yap…
Bizim yalın ayak, tüm parasını kadının yanındaki tezgaha bırakır ve hiç bir şey demeden vitrindeki ayakkabıları alıp ayağına giyerek dükkandan çıkıp gider. Kadının şaşkınlıktan adeta nutku tutulur.
Geceyi her zamanki gibi zenci Musa nın kabrine yakın olan iyilik severlerin hazırladığı kulübede geçirir. Bu sefer diğer gecelerden farklıydı. Fark ise dolunayın gözlerinden yüreğine sızan yansımasından belliydi. O güne dek biriken tüm göz yaşları bir anda akıntıya kapılan karıncanın beyhude çırpınması kadar çaresizce akıp gidiyordu.
Düşmeyeceğim! Düşmeyeceğim! Düşmeyeceğim! Diye haykıran ses ise içindeki yalnızlığın son bir kırıntısından başka bir şey değildi.
Artık 20 gün içinde, bu güne dek yaşayamadığı tek hayal olan kızıl elmanın tadına bakacağı umuduyla, Kuşçubaşı Eşref ile Zenci Musa’nın masalını anlatan dişi martıların, ana yüreğinden yansıyan ninnileri eşliğinde uykuya dalmıştı…
Rüyasında, uyanıp kızıl elmanın koca ve up uzun bir çınar ağacında olduğunu fark edip, bir şeylerin yolunda gitmediğini düşündü. Bu sırada ağacın altında ters-yüz olan kaplumbağanın yoluna devam etmesi için hemen yardım etti. Derken, ağaçtan kopan kızıl elma yere düştü ve uzun süredir açlıktan halsiz kalan kaplumbağanın enerjisini tazelediğini ve yavrularını doyurmaya çalışan bir serçe sürüsünün de bu durumdan sebeplendiğini fark etti.
Ufaklık rüyasında tekrar uykuya daldığını gördüğünde ise kalabalık bir caddede araçlar hızla kavşağı dönüyor ve trafik ışıklarına aldırmadan koşuşturan insanların oluşturduğu resim, kuş bakışı bakan martıların bile zihnini yoruyordu.
Ufaklık martıların bile zihnini yoran bu hengameden artık çıkıp uyanması gerektiğini düşünürken ortalığı inleten siren sesleri bir an olsun susmuyor ve onca sese rağmen gözlerini bir türlü açıp uyanamıyordu. Siren seslerinin yerini bir anda derin bir uğultu almış ve hemen ardından gözlerinden yüreğine akan beyaz bir ışığa dönüşmüştü.
Toplanan kalabalığın içinde kendi tasarımını yaptığı ve sattığı oyuncakların ahşap malzemelerini karşılıksız sevgi ile veren marangoz da vardı.
Yalın ayak çocuğun tüm hikayesini tek bilende oydu. Çocuğun duyduğu tek seste marangozun sesiydi.
‘haydi kalk be çocuk! Bak kızıl elma seni bekliyor! Hem hiç kimse Anne ve Babanın o elmadan bir tutam ısırdığını da bilmiyor. Haydi be çocuk kalk! ‘
Çocuk tüm olup bitenin farkındaydı ancak kendi iradesiyle bir türlü uyanamıyordu. Gerçek irade sahibi de bir türlü yalın ayak çocuğun bedeninden tecelli etmiyor veya ruhunuda azad etmiyordu.
Bu işte bir gariplik var! O zaman bu hayaller neden yaşatıldı? Neden uçmama müsade ettin? Neden bana dünyanın dönüşünü izlettin? Neden o muhteşem komutanın askeri olmama müsade ettin ki?
Uykudan uyandığında, vahdet in vücut makamın ise efal olduğunu anlamıştı…
Ama artık dünya için vakit çok gecikmişti. Ahir bir zamandı ve evliyalık zamanla ölçülüp hakikat ile biçilmişti. Annesinin göz yaşları kefenin içine işlemiş olacak ki yalın ayak çocuğua seslenen zenci musanın ‘ uyuma! Uyumaaa! ‘ diye haykırması yankılanmıştı kulağında.
Vakit çok geç, hava karanlık ve soğuk. Ne marangozun malzemeleri, ne Musa nın uyarıları ne anne gözyaşları ne de Ani’nin tavırları, yalın ayak kalan çocuğun ayaklarını ısıtmıyordu.
Zaten önemli olan ayaklarını ısıtmak için ayakkabı alabilmesi değil, yalın ayak olduğunu fark etmesiydi.
Allah bu soğukta kimseyi yalın ayak bırakmasın. Yalın ayak kalanlarında sorumlusu Allah’dır denilmesin…
O kutlu komutan ve askerlerine selam olsun…