Cyber SecurityGenelsiber güvenlik

Fatih’in Torunları 2020

burak_fatih_kpk

Biz Türkler, tarihimizle övünmeye bayılırız.  “Atam Fatih şöyle iyiydi… Yavuz böyle harikaydı… Osman Bey şöyle bilgiliydi… Kanuni’nin divanı da harikaydı…” gibi neredeyse tüm Osmanlı padişahlarımızı sevdiğimizi belirtmekte ve üstün yeteneklerini dile getirmekte pek bir mahiriz. 

Çocuklarımıza tarihimizden örneklerle ve töremizi yaşatmak üzere kıymetli büyüklerimizin isimlerini vererek bir anlamda, hem yeni nesillerimizden çağ açıp kapatan bir Fatih daha çıkması için ümidimizi dinç tutmaya çalışırız hem de Yusuf gibi düştüğü kuyudan çıkmaları için telkinlerde bulunmayı bir borç biliriz.

Kavimler Göçü ya da Batı Roma’nın çözülüşü sonucunda başladığı kabul edilen çağın adı “Orta Çağ”dı.  Avrupa tarihinde aynı şekilde “Middle Age” ya da “Dark Age” (Karanlık Çağ) olarak anılan bu dönem yaklaşık 1000 yıl sürüyor ki İslam dünyasının altın yıllarını yaşadığı, Avrupa’nın ise “karanlığa gömüldüğü” bu çağın kapanışı yine farklı olaylarla anlatılmaktadır.  1453’de çağ kapatıp yeni bir çağ açan Fatih’in döneminden günümüze geldiğimizde ve özellikle “Milenyum”dan sonra çağlar arası geçişlerde büyük bir artış gözlenmeye başladı.  2000 yılına “Milenyum Çağı” demeye başladık ve ardından günümüze kadar uzanan sürede yaşadığımız çağ üzerine genel kanı, internetin yaygınlaşmasıyla yeni bir döneme girildiği yönünde. İletişim, Bilgi, İnternet, Yapay Zeka gibi isimler verilen ve içinde bulunduğumuz bu çağda ise tüm kavramlar birbirine girmiş görünüyor. 

Tüm çağlar arasında geçiş üstünlüğü sağlayan, temel özelliğin bilgi birikimini harmanlayıp ortaya çıkan teknolojiyi iyi kullanarak ordulara komuta eden bir dedenin torunu olarak övünmek kolay olsa da hakikat ile övünmek için, ataya layık olmak ise göründüğü kadar kolay değil aslında. Töremizi yaşamak ve yaşatmak adına çocuklara verilen isimler ve seçim dönemlerinde kullanılan bir kaç sloganla bu işlerin yürümediği aşikar. 

Hele ki Fatih’in döneminde İstanbul feth edildikten sonra yaşanan bir olay vardır ki günümüzde kendi yurdunda yabancılık yaşayanlara iyi bir örnektir.  Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethinden sonra tüm hükümlüleri serbest bırakır.  Ancak bu hükümlüler arasında yer alan iki papaz zindandan çıkmak istemezler.  Halka zulüm ve işkence eden Bizans İmparatoru’na, adaletli olmasını tavsiye ettikleri gerekçesiyle hapse atılan papazlar, bundan böyle hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdir.  Olaydan haberdar olan Sultan, huzuruna çağırdığı papazların ağzından kendi hikâyelerini dinler ve onlara şöyle der:  “Bir teklifim var: sizler İslam adaletinin uygulandığı bu memleketi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve halkımın davalarını dinleyiniz. Eğer hayata küsmenize sebep olan adaletsizliği burada da görürseniz gelip bana bildiriniz ve önceden verdiğiniz kararınız doğrultusunda uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu kanıtlayınız.” Papazlar zaman kaybetmeden yola çıkarlar.  İlk durakları Bursa’dır.  Orada şöyle bir olayla karşılaşırlar: Bir Müslüman’ın, “hiç bir kusuru yok” denilerek bir Yahudi’den satın aldığı atın hasta olduğu ortaya çıkar.  Müslüman, sabah olur olmaz Kadı’nın yolunu tutar.  Ancak, Kadı henüz gelmemiştir.  Bir süre bekleyen Müslüman, kadının gelmeyeceğini düşünerek atını alıp geri döner ve at o gece ölür.  Olayı sonradan öğrenen Kadı, atın sahibi Müslüman’ı çağırarak şöyle der: “Eğer geldiğinizde ben makamımda bulunsaydım, atı sahibine iade edip paranızı alırdım. Ancak zamanında daireme gelmediğim için olayların bu şekilde gelişmesine sebep oldum. O yüzden atın ölümünden doğan zararı ben ödeyeceğim.” Bu olay karşısında hayrete düşen papazlar buradan İznik’e geçerler ve oradaki hikayede de benzer adalet örnekleriyle şaşıp kalırlar. 

“Bilgi Çağı” denen günümüzde vicdan yüklenmemiş bir yapay zekaya hakimlik yetkisi verip, kamu vicdanını yaralayan hükümlere imza atılırken, kendi eş, dost, akrabalarına işin ehli olmadıkları halde verilen makamlar varken ve “aman ailem yıkılmasın da bu gençler ne halde olursa olsun” anlayışı ile bilgi çağında, kıyma makinesinde moleküllerine ayrılan bir topluma evriliyor ve bırakın yeni bir çağ açmayı, mevcut çağda ne yaşayacak ne de aktaracak hallerde ataya, dedeye layık bir iş yapamıyoruz. “Gavura kızıp oruç bozan” mı dersiniz, yoksa meşhur hikayedeki gibi küsen papaz mı olduk bilemem ama ne “memlekette adalet var” diyebiliriz ne de dünyada. 

“Dünya” demişken, dünyada ilk sanayi devrimi sonrası gelinen dördüncü sanayi devrimi içerisindeki teknolojilere baktığımızda, bilgiyi iyi depolayan, bilgiyi ayrıştırıp verimli olarak işleyebilen kuantum bilgisayarların yaygınlaşmasıyla birlikte, “Kuantum Çağındayız” gibi tanımlamaları da daha çok duyacağız.  Eski hikayelerle övünmek veya örnek almak ayrı bir şey, yeni çağa uygun zaafiyetleri, hastalıkları tespit ederek birbirine gerçek manada el vererek bilgiyi harmanlayıp çağ açıp kapatacak dirayete sahip olmak ayrı bir şey olsa gerek.  Düşünsenize sırf adı “Fatih” diye bir projenin tüm öğrencileri aydınlattığını?!  Ya da sırf adı “Burak” diye bir sıçrayışın, bir yıldız mesafesinde olduğunu?!  Çağ açıp kapatmak bu mantıkla ne mümkün!..

Övünmek kolay, hikaye anlatmak da güzel elbette.  Kim istemez Züleyha ya da Yusuf olmayı veya Kuyudaki Yusuf’a Züleyha olmayı.  Ancak bu tip hikayelere sadece bir aşk hikayesi veya övünülecek bir durum ya da ümitle okunan bir roman gibi değil de zamanlar arası yolculuk, gerçek tıp gibi biliminin bir kaynağı veya teknolojik bir çıkarım olarak bakmak da gerekmez mi! Hiç bir değerimizin kıymetini bilemeden sürekli övünmekle ya da “Bu dünyada olmasa bile ahirette hesabı sorulur” veya “Hayırlısı buymuş!..” demek ne kadar mantıklı!.. “Yok ben bu dünyaya saf aşkı bulmaya geldim, bulamazsam da nasip, Mevla bana yeter” demek ne derece insana yakışır onu da “Adem” olan anlar ama hatalardan ders çıkarıp ve tarihimizdeki övünç kaynaklarımızdan beslenip önümüze bakmazsak vay halimize. 

 

Ulus devletleri yani aile kavramını hedefe alan tek dişi kalan canavarın bir lokmada midesine inecek ve Adem oğulları olarak günümüze kadar gelen hakikat sancağını bir dağın tepesinde resmedilmiş olarak izlemekten keyif alıp çayımızı yudumlamaya devam edeceğiz.  Belki de önümüzdeki günlerde yapay zekaya (robota) ilk vatandaşlık veren Suudi Arabistan’a kapak ve tüm dünyaya örnek olsun diye tarihimizdeki asil örneklerle donatılmış liderlerimizin tüm özelliklerini ve davranış biçimlerini benimseyen bir yapay zeka ile devlet başkanı seçeriz günün birinde ne dersiniz!

Örneğin Fatih’in adaleti, Kanuni’nin dirayeti, Alparslan’ın savaş ahlâkını, Metehan’ın komutası, İbni Sina’nın bilimi, Harezmi’nin matematiği, Sinan’ın sanatı, ihtiyarların ruhu ve Gazi atanın ailesi olmaması adına Türk Milleti uğruna kendini hiçe sayan bakış açısı ile bezenmiş bir devlet başkanımız olsa fena mı olur! Tarihlerinde hiçbir kahramanlık ve adalet göstergesi olmayanların teknolojik makyajla ortaya sürdüğü filmlere, kitaplara, oyunlara ve birçok pazarlama ürününü konu olan ve tamamen hayal ürünü süper kahramanlarıyla çocuklarımızın mutlu olmasına sevinirken, “Alamut Kalesi”nde afyondan dolayı kendini cennette sananları mı yadırgarsınız yoksa kendileriyle övündüğünüz gerçek kahramanların günümüze aktarımdan mı korkarsınız? Bilemeyiz ama bildiğimiz tek bir şey var o da ya yeni bir çağ açılacak ve bu çağda aydınlanmak arzusunda olanlar, sokak lambası benzetmesinden vazgeçip ışığın sokak lambasına hapsolmasına müsade etmeyecek ya da hakikaten teknolojinin kullanılmaz bir hale gelmesini bekleyip ‘prompter’a dönüşen insanlara daha çok rastlayacağız.

Dedik ya, kendi memleketinde yabancı gibi kalan ve uzlete çekilenlere yol gösterecek sultan olmazsa yeni nesiller düştükleri dipsiz kuyudan nasıl çıkabilirler ki!.. Çağımızın hastalığı; “Susuyorum çünkü haklıyım” değil, “utancımı gizlemek için çok konuşuyorum aslında” olsa gerek. 

Bu nedenledir ki Yusuf’un duasına “amin” demek bizden, sefere çıkartan Züleyha’nın aşkı, Zafer ise Allah’ındır.  “…Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir. Onların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan, ben onların sevdasına düşer, cahillerden olurum” -Yusuf; 33-


Devamını Oku